Artık bekleyemez hale gelmişti, aynanın karşısına geçip heyecanla o değerli hırkasını üstüne geçirdi; pamuklu, ince, çiçek işlemeli... En sevdiği hırkasıydı bu, içinde en "cici" hissettiği. İki sene önceki hıdrellezde babası şehre gitmişti ve o zaman almıştı ona bu hırkayı. Artık büyüdüğünden dar gelmeye başlamıştı ama sonsuza kadar giymek istediğinden kendine bile itiraf edemiyordu bu durumu. Her gün de giymeye kıyamazdı bu hırkasını, eskiyecek diye korkardı. Bugün gibi özel günlerin kostümüydü sadece. O yüzden her giyişinde tadını çıkarır, uzun uzun aksine bakardı aynadan. Bugünün ne mi özelliği var? Bugün hıdrellez! Onun en sevdiği, içinin içine sığmadığı bayram. Hıdrellez demek güzel yemekler, çiçekler, her ne kadar korksa da vızıldayan arılar, yemyeşil kırlar, eğlence demekti. Hatta onun hayatındaki en büyük olaydı. Bir hafta öncesinden hazırlıklar başlardı. Tüm köy yavaş yavaş, özenle kırklarlardı evlerini. Silinmedik köşe, süpürülmedik zemin kalmazdı. Evleri temizlendikçe ruhları da temizlenir; hepsinin gönlüne bir ferahlık gelirdi. İçine girilen her odadan ciğerlere baharla karışık temizlik kokusu dolardı. O uzun ve yorucu süreç bittiğinde, hıdrelleze bir gün kala hep beraber dışarı çıkarlar ‘’ederlez çiçeği’’ dedikleri, kardelen benzeri çiçekleri toplarlar, büyükçe bir kabın içini suyla doldurup içine bakılmaya doyulmayacak kar beyazı çiçekleri atıp ay ışığında bir gece bekletirlerdi. Güneş doğup hıdrellez günü kapılarını çaldığında erkenden uyanırlardı. Evin annesi evdeki tüm kız çocuklarını sırayla bu güzellik veren suyla aklayıp paklar; güzel ve temiz, tercihen yeni alınmış giysilerini giymeye yollardı. Herkes hazır olduğunda ver elini kırlar… Bütün köy halkı bir arada olurdu o gün, herkes sevinç dolu, herkes tasasız… Koca bir ateş yakılır, akşama doğru bu ateş azalınca herkes sönmeye yüz tutmuş ateşin üzerinden atlardı. Gün boyu çeşit çeşit yemekler yenir, mideler şenlenirdi; muhabbet, eğlence, müzik, dans ise gırla… Genellikle köyün gençleri olmak üzere her yaştan insan su kenarına gidip kumun üzerine diledikleri şeylerin resmini yapıp suyla birlikte silinip gidişlerini izler, yıl boyu bu dileklerin ete kemiğe bürünüp gelmelerini beklerlerdi. Tabii ki en çok çocuklara yarardı hıdrellez. Hepsi birlikte çeşitli oyunlar oynar, yeni kıyafetleriyle birbirlerine caka satarlardı. Korku ve üzüntü uğramazdı hıdrellez zamanı kimseye. Fakat bu hıdrellez küçük kız için biraz farklı başladı. Üzüntü hala yoktu, hala her şey heyecan verici, mutluluk doluydu. Ama, biraz korku vardı yaşananlarda.
Çiçek dolu kaplar ay ışığının altına bırakılmış; herkes, heyecan dolu güne açılacak uyku kapılarından giriş yapmıştı. 5 haneli kerpiç köy evinde bu gece, o saatlerde sadece 3 kişi rüyaların etkisi altındaydı: evin annesi, babası, büyük ablası. Üç küçük kardeş ne yapıyordu peki? Onlar niye ayaktaydı? Bu sorunun cevabını bulmak için o gecenin gündüzüne gitmemiz gerekli.
Hala herkes heyecanla hıdrellez hazırlıkları içindeydi. Bir tarafta hamurlar açılıyor, bir yandan ev sirkeli sularla pisliklerden arınıyordu. Bütün bu hummalı çalışmanın içerisinde hırkasına aşık, evin en küçük kızı annesinin hamur açmasını dikkatlice izliyor, bir gün annesi kadar iyi hamur açmayı yeğliyordu içinden. Annesinin hiç uğraşmadan çarşaf gibi yufka açışını izlerken adeta hipnotize olmuştu, dalıp gitmişti. Bunu fark eden ablası çok geçmeden onu azarlamaya koyuldu. ‘’Kalk kız, bayram geliyor diye yan gelip yatmak yok. Hocanın verdiği o ödevler yarına kadar bitirilecek.’’ Ablasının sesiyle dalıp gittiği hayal dünyasından geri dönen kız baştan ablasının ne demek istediğini anlamadı. Durumu fark eden abla, kızgın bir suratla eliyle kâğıda yazı yazma hareketi yapınca ne demek istediğini anladı ve uflaya puflaya kardeşleriyle paylaştığı odasına gitti. Babasının yaptığı ceviz masaya oturup önündeki kâğıtlara ve anlamsız sayılara baktı. Matematik… En nefret ettiği, en anlam veremediği… Mesela hayat bilgisini çok severdi. Farklı ülkeleri öğrenir, oralarda yaşayan kendi gibi küçük kızlarla arkadaş olduğunu hayal edip mutlu olurdu. Kitap okumayı da çok severdi, kitaplara çok da ulaşamadığından eline ne geçerse okumaya çalışırdı. Hatta hikâyeler yazıyor, bir gün yazar olmak istiyordu. Duyduğuna göre yazar olmak için okul okumasına gerek yoktu. Yani nefret ettiği matematiğe katlanmak zorunda da değildi! Bu onu çok mutlu ediyordu. Zaten istese de okuyamazdı ki. Köyde sadece ilkokul vardı, en yakın ortaokul kilometrelerce uzaktaydı. İstese de gidemezdi. Hem zaten köylerinde kızlar sadece ilkokulu okur, sonra da evlenip giderlerdi. Baştan matematiğe bile dayanabileceğini düşünüyordu sırf okumak için, ama imkânsızlığın farkına varınca kendini vazgeçirdi. Ümit hiçbir işe yaramazdı böyle bir durumda.
Öyle ya da böyle o an o ödevi yapması gerekiyordu. Fakat dışarıdan masasına vuran güneş huzmeleri, şen şakrak öten kuşlar, burnuna çalınan kır çiçeklerinin kokusu onu daha çok cezbediyordu. Yine de çıkamazdı odasından, el mecburdu ve yavaş yavaş savaşmaya başladı problemlerle. Çabaladı, çabaladı ama bir noktada salondan gelen muhabbet sesleriyle dikkati hepten dağıldı. Annesi ve ablası iki adamdan bahsediyorlardı. O adlara sahip iki adamı daha önce hiç duymamıştı, civar köylerdi herhalde. ‘’Hızır’la İlyas bu sene inşallah bereketleriyle gelecek kızım. Önümüzdeki sene de böyle kurak geçerse vay halimize. Hem belki bakarsın, sana da bi’ kısmet çıkarıp getirirler. Ne dersin?’’ Bu adamlar kimdi, neden daha önce adlarını duymamıştı ve neden kendi köylerine geliyorlardı. Merakına yeni düşüp biraz da kulak kesildi. ‘’Kızım akşam hatırlat, uyumadan önce büyükçene kabı dama koyalım da Hızır gelince bereket saçsın, nasibimizi alalım.’’ Her sene bakliyat dolu kaplar koyarlardı evin damlarına ki Hızır geceleri gezerken bu bakliyatları artsın, çoğaltsın; yaz geçip kış gelince kıtlık çekmesinler. Tabii küçük kız annesinin amacını bilmiyordu, yabancı bir adamın gecenin bir körü damlarında ne işi olduğunu sorguluyordu. Bunca şeyin üstüne bir de bu Hızır dene adamın gece olunca her yeri gezdiğini, gezisi bitince bir gül ağacının altında İlyas’la buluştuğunu öğrenmişti. Deli olacaktı soru işaretleri karşısında. Bir yandan merak ediyordu, bir yandan köyde gezinen yabancı adamların olması fikri onu korkutuyordu.
O bunları düşünürken saatler geçti, matematik problemleri yarım yamalak da olsa tamamlandı, yufkalar yarın böreğe dönmek için bir kenara kaldırıldı, herkes yavaş yavaş yatmaya hazırlanmaya başladı. Soru işaretleri hala beyninin kıvrımlarında tepiniyordu ve onu içten içe yiyorlardı. Aslında annesine sorsaydı her şey hallolacaktı ama bu onun aklına dahi uğramadı. Sonunda dayanamayıp ondan bir yaş büyük ablasına bu durumu açmaya karar verdi. Zihninden çıkıp gerçek dünyaya döndüğünde ablası, sabah uyandığında saçları dalgalı olsun diye onun saçlarını örüyordu. Bir müddet aynadan ona baktı. Biraz da aynanın yanındaki çiviye asılmış kuru çiçeklere baktı. Bu 12 farklı türde ve renkteki çiçekleri her sene hıdrellezde toplarlar, iyi şans getirsin diye bir sene duvarda bekletirlerdi. Yarın bu demetin yerini yenisi alacaktı. Çiçek topladıklarını aklından geçirip heyecanlandı ama yabancı adamlar aklına gelince tekrardan korku doldu ve dayanamayıp bu gizi ablasına açtı. ‘’Abla. Bugün ödevimi yaparken biraz annemleri dinledim. Hızır’la İlyas diye iki adamdan bahsediyorlardı. Hıdrellez gecesi çıkıp köyde mi gezeceklermiş ne. Sen tanıyor musun kim onlar?’’ Ablası ‘’Yok valla, tanımıyorum. Neyin nesiymiş ki bunlar?’’ deyince küçük kız bildiği her şeyi ablasına anlattı ve artık aynı çatı altında korku duyan bir değil, iki küçük ve meraklı kız vardı. Her ne kadar bir abla da olsa hala hayli küçük olan bu abla aynı kardeşi gibi korkuya kapıldı. Birbirlerine adamların görünüşlerini kafalarında canlandıkları şekillerde anlattılar. Sakallı, koca burunlu, kel, hantal, kalın sesli, korkunç görünen iki adam. Kafalarında böyle tahayyül etmelerine sebep olacak hiçbir şey duymamışlardı ama bilinmeyen, yabancı olan korkutuyordu onları. İnsanlık hali işte. Bu korku ise iki küçük kızda abartıyı doğuruyordu tabii ki.
Yanan mumun loş ışığı altında bir süre birbirlerini korku dolu gözlerle baktılar, büyük ablalarını uyandırmamaya çalışarak kısık sesle birbirlerini iyice korkuttular. O gece uyumalarının hiçbir yolu yoktu, uykularını kaçırıyordu o iki adam. Bir noktada iyice korktuklarından yorganın altına girip saklandılar ve ertesi gün yapacaklarını tartıştılar, birbirlerine tatlı olması gereken hikâyeler anlattılar. Olması gereken diyorum, çünkü hikâyeler bir noktadan sonra her daim korku hikâyesine dönüşüyordu. Baldan tatlı bebekler alkarısı tarafından kaçırılıyor, kırlarda koşuşan kızlar anlık gelen geceyle gulyabaniye yem oluyor, birbirine fıkralar anlatan çocuklar arçura tarafından gıdıklanarak gülmekten çatlayarak ölüyorlardı. Bu gece korku her köşedeydi. Bir süre yorgan altında zangır zangır titrediler, dışarıdan gelen en küçük çıtırtı karşısında çığlık atmamak için zor durdular, en sonunda güvende hissetmek için birbirlerine sarıldılar, fakat uyku hiçbir türlü onlara uğramıyordu. Bir noktada küçük kızın aklına dâhiyane bir düşünce geldi. Bu korkuyu anca onunla yüzleşerek yenebilirlerdi, yani gidip o iki adamı yakından görmeliydiler. Bu fikir karşısında ablası dehşete düştü ve delirip delirmediğini sordu. Böyle bir şey yapmasına imkân olmadığını diretse de küçük kardeşinin ısrarlarına dayanamayarak ona uymaya karar verdi.
Yavaşça yorganın altından çıktılar. Sessizce ceketlerini üstlerine geçirip salona ilerlediler. Çok sessiz olmalıydılar, anne ya da babaları uyanırsa planları yatardı. Tüy kadar hafif adımlarla bahçe kapısını açıp dışarı çıktılar. Hiç konuşmuyorlardı, gece ise uykudaydı. En çok gürültü çıkaran şey durmaksızın çarpan kalpleri, sürekli alıp verdikleri nefeslerdi. O anda ablanın aklına kendilerini korumaları gerekebileceği geldi ve kardeşine silah niyetine kullanabilecekleri bir şey bulması gerektiğini söyledi. İkisi birlikte arayıp taradılar. Bir kürek, bir de babalarının nacağını buldular fakat kürek çok ağırdı, nacak ise çok tehlikeli. Onun yerine evin duvarının kenarından yakılmamış iki uzun odun bulup yola koyuldular. Biraz uzaklaştılar ve köyün ekmek fırınının yanına geldiler. Burada bir süre durup plan yapmaya karar verdiler. Öncesinde bahsi geçen gül ağacının nerede olabileceğini düşündüler. Muhtemelen okulun bahçesindeki koca yediveren gülünden bahsediyorlardı, köydeki en parlak güllere sahip olan ve en büyük gül ağacı buydu. Fakat direkt onun altına gitmeden önce birkaç tur birbirlerinden ayrılmadan köyün geniş sokaklarını kolaçan etmeye karar verdiler. Birkaç tur atacaklar, sonrasında gül ağacının yakınında pusuya yatacaklardı.
Planı uygulamak üzere fırından ayrıldılar ve köyün çeşmesine doğru yol aldılar. Buradan başlayacaklardı devriyeye. Derken çeşmeye vardılar; ellerini, kollarını çeşmenin buz gibi şifalı sularıyla yıkayıp, besmele çekip yola koyuldular. İlk defa bu kadar geç saatte dışarıda olduklarından biraz havalı hissetmişlerdi kendilerini. Sokaklarda kimsecikler yoktu, sanki köy terk edilmiş gibiydi. Bu onları özgür de hissettirdi. O özgürlük hissiyle biraz gevşediler ve muhabbet ederek, gökyüzündeki göz kırpan yıldızları izleyerek adımlar attılar. Bir noktada görev başında olduklarını bile unutmuşlardı. Sonunda ilk turları bitmişti ve kimsesiz sokaklar onları rahatlatmıştı. Ne Hızır vardı ne İlyas. İkinci tura başladılar. Muhabbet tam demini bulmuştu. Okuldan, git gide daha da yaramazlaşan yaşıtları erkeklerden, ortaokul için şehre gidip gelen, iyice boy atmış erkeklerden bahsettiler. Gece böyle geçip gidiyordu, ta ki önünden geçtikleri evden ani sesler gelene ve pencereleri bir aydınlanıp bir kararana kadar… Bu anilik onları öyle bir korkutmuştu ki neye uğradıklarını şaşırıp çığlık bile atmaya vakit bulamadan kol kola koşarak oradan uzaklaştılar. Koşabildikleri kadar koştular. En sonunda köy meydanına vardılar. Tam meydanın ortasına geçtiler ki sağlarında, sollarında ne olup bittiğini görsünler. Ortada sırt sırta verdiler, yavaş yavaş oldukları yerde dönerek etrafı kontrol ettiler. İkisi de hala nefes nefeseydi, korkudan bayılmak üzereydiler. En azından ellerinde ‘’silahları’’ duruyordu. Bir süre daha döndükten sonra durdular. Birbirlerine dönüp sorgulayıcı bakışlar attılar. Bir şeyler vardı, hissediyorlardı. Yaklaşık 5 dakika orada durdular, konuşmadan, hareket etmeden. Gelen yoktu, giden yoktu. Yavaştan sıkılmaya ve donmaya başlamışlardı hatta. Tam eve dönmeye karar vermişlerdi ki inanılmaz şiddetli bir rüzgâr esmeye başladı, yerle gök birbirine girdi sanki. Ağaçlar yüzyıllardır ettikleri dansları ilk defa bu kadar azimle sergiliyorlardı, rüzgâr ilk defa bu kadar sert vuruyordu. Kızlar rüzgâra daha da maruz kalmamak için seğirterek eve gitmeye başladılar. Artık eve yakınlardı. Okulu geçecekler, iki sokak sonrası evlerinde olacaklardı. Olacaktı olacaklarına da, bu planları da tutmadı. Okulu geçip dar sokaklardan birine girdiklerinde devam eden rüzgârla birlikte önlerine pat diye düşen nohut dolu kapla çığlık çığlığa kaldılar. Bu sefer durduramamışlardı kendilerini, çığlık sesleri sokaklara dolmuştu. Kabın Hızır ve İlyas’ın işi olduğuna kanaat getirip gerisin geri koşmaya başladılar ve okula vardılar. Bu iş bu gece bitecekti, Hızır ve İlyas bu yaşattıklarının hesabını verecekti
Okulun bahçesine çığlıklar içinde girdiler. Farkında değillerdi ama bu yüksek sesli çığlıklara karşısında tüm köy ayaklanmış, tek tek bütün gaz lambaları yanmıştı. Onlar koşarken hiçbir şeyi fark etmemişlerdi ve zar zor girdikleri okul un bahçesinde saklanacak yer aradılar. O sırada yine bir dâhiyane fikir çıktı küçük kızın aklından. Onları kolayca alt edebilmek için gül ağacının alına girmeleri gerekiyordu. Zaten her zaman daha cazgır ve dominant olan kardeşi o gece iyice gözü kara birine dönüşmüştü ve tek başına kalmaya korktuğundan onu dinlemek zorunda kaldı. Koşar adım okulun bahçesini geçtiler ve duvar dibindeki koca gül ağacının sarıp sarmalayan dallarının altına girdiler. Bekleme başlamıştı. Eminlerdi ki rüzgârla birlikte köye gelmişler, kabı dökerek varlıklarını kesinleştirmişlerdi. Oraya gelmeleri an meseleydi.
Kısa bir süre beklediler, çok değil. Fakat sessizlik ve karanlıkta bu kısa süre bir ömür gibi geldi onlara. Birbirlerine sarılmışlardı, ablası sükût içinde yaşlar döküyordu. Küçük kardeş çok kararlıydı, bir saniye bile gözlerini kırpmadan iki korkunç adamın gelmesini bekliyordu. Bir yandan da ablasını sakinleştiriyordu. Yatıştırıcı laflarının sonuna gelmişti ki okul binasının tarafından ayak sesleri ve sarımtırak bir ışık göründü. Bir de uzaklardan gelen bir adam sesi. Onların ismini bağırıyordu. Kesinlikle onları arıyordu bu iki adam. Emindi ki öç alacaklardı. Evet, zamanı gelmişti. O an, bu andı. Hızır ve İlyas’la tanışmaları birazdan olacaktı.
Acele etmedi, biraz bekledi ve ne yapacaklarını tahlil etti. Hiçbir şey olduğu yoktu. Sadece daireler çizen bir çift ayak. Cesaretini topladı, ablasına arkasında kalıp odunu sıkıca tutmasını söyledi.
1…2…3… Koştular, koşarak çıktılar gül ağacından. ‘’AAAAAA.’’ Bağırarak, gözleri kapalı şekilde ayakların sahibine doğru koştu ve odunu karşısındaki adamın kafasına indirdi.
…
Herkes iyiydi. Kızlar sonunda tekrar sıcağa kavuşmuşlardı; birlikte yorgana sarılmış, gözlerini silip burunlarını çekiyorlardı. Neler mi oldu? Ha evet, o olay. Olan şu. Kızlar düşen kap sonucunda çığlıklara kapılınca tüm köy korkuyla ayağa kalkmıştı ve neler olduğunu anlamaya çabalamıştı. Tabii ki bu kişiler arasında kızların annesi, babası ve ablaları da vardı. Uyanmışlardı ve büyük abla kızların yokluğunu fark edip hemen anne babasına koşmuştu. Paniğe kapılan aile fertleri sokağa dökülüp kızların adlarını çığırmaya başlamışlardı. Herkes sokaklardaydı ki ilkokulun öğretmeni de uyanmış, müştemilatından çıkıp okul bahçesinden köy halkının yarattığı ışık gösterisini izliyordu. O sırada koşan bir şeyin sesini duydu ve, bam. Kafasına kalınca bir odun yemişti. Allahtan kız küçüktü de odun çok da etki etmemişti. Kız ise hamlesinden sonra gözlerini açıp Hızır ya da İlyas sandığı öğretmenini görünce paniğe kapılıp bayılmıştı. Bir yandan öğretmen, bir yandan küçüğün ablası kıza koşup onu kenara çektiler, öğretmen diğer kızı ailesini çağırmaya gönderdi ve kızlar sağ salim eve vardı. Ee, tabii. Biraz fırça yediler doğal olarak. Annesi hikâyeyi duyunca gülmekten yerlere yattı ve doğruları kızlara teker teker izah etti.
Sonuç olarak kızlar Hızır ve İlyas’ı tanımış oldu, onların somuttan çok soyut insanlar olduğunu öğrendiler. Sabah olduğundaysa içlerine su serpilmiş bir şekilde çiçek kokulu sularla yıkandılar, cici cici giyinip kırlara oynamaya gittiler.
Çiçek dolu kaplar ay ışığının altına bırakılmış; herkes, heyecan dolu güne açılacak uyku kapılarından giriş yapmıştı. 5 haneli kerpiç köy evinde bu gece, o saatlerde sadece 3 kişi rüyaların etkisi altındaydı: evin annesi, babası, büyük ablası. Üç küçük kardeş ne yapıyordu peki? Onlar niye ayaktaydı? Bu sorunun cevabını bulmak için o gecenin gündüzüne gitmemiz gerekli.
Hala herkes heyecanla hıdrellez hazırlıkları içindeydi. Bir tarafta hamurlar açılıyor, bir yandan ev sirkeli sularla pisliklerden arınıyordu. Bütün bu hummalı çalışmanın içerisinde hırkasına aşık, evin en küçük kızı annesinin hamur açmasını dikkatlice izliyor, bir gün annesi kadar iyi hamur açmayı yeğliyordu içinden. Annesinin hiç uğraşmadan çarşaf gibi yufka açışını izlerken adeta hipnotize olmuştu, dalıp gitmişti. Bunu fark eden ablası çok geçmeden onu azarlamaya koyuldu. ‘’Kalk kız, bayram geliyor diye yan gelip yatmak yok. Hocanın verdiği o ödevler yarına kadar bitirilecek.’’ Ablasının sesiyle dalıp gittiği hayal dünyasından geri dönen kız baştan ablasının ne demek istediğini anlamadı. Durumu fark eden abla, kızgın bir suratla eliyle kâğıda yazı yazma hareketi yapınca ne demek istediğini anladı ve uflaya puflaya kardeşleriyle paylaştığı odasına gitti. Babasının yaptığı ceviz masaya oturup önündeki kâğıtlara ve anlamsız sayılara baktı. Matematik… En nefret ettiği, en anlam veremediği… Mesela hayat bilgisini çok severdi. Farklı ülkeleri öğrenir, oralarda yaşayan kendi gibi küçük kızlarla arkadaş olduğunu hayal edip mutlu olurdu. Kitap okumayı da çok severdi, kitaplara çok da ulaşamadığından eline ne geçerse okumaya çalışırdı. Hatta hikâyeler yazıyor, bir gün yazar olmak istiyordu. Duyduğuna göre yazar olmak için okul okumasına gerek yoktu. Yani nefret ettiği matematiğe katlanmak zorunda da değildi! Bu onu çok mutlu ediyordu. Zaten istese de okuyamazdı ki. Köyde sadece ilkokul vardı, en yakın ortaokul kilometrelerce uzaktaydı. İstese de gidemezdi. Hem zaten köylerinde kızlar sadece ilkokulu okur, sonra da evlenip giderlerdi. Baştan matematiğe bile dayanabileceğini düşünüyordu sırf okumak için, ama imkânsızlığın farkına varınca kendini vazgeçirdi. Ümit hiçbir işe yaramazdı böyle bir durumda.
Öyle ya da böyle o an o ödevi yapması gerekiyordu. Fakat dışarıdan masasına vuran güneş huzmeleri, şen şakrak öten kuşlar, burnuna çalınan kır çiçeklerinin kokusu onu daha çok cezbediyordu. Yine de çıkamazdı odasından, el mecburdu ve yavaş yavaş savaşmaya başladı problemlerle. Çabaladı, çabaladı ama bir noktada salondan gelen muhabbet sesleriyle dikkati hepten dağıldı. Annesi ve ablası iki adamdan bahsediyorlardı. O adlara sahip iki adamı daha önce hiç duymamıştı, civar köylerdi herhalde. ‘’Hızır’la İlyas bu sene inşallah bereketleriyle gelecek kızım. Önümüzdeki sene de böyle kurak geçerse vay halimize. Hem belki bakarsın, sana da bi’ kısmet çıkarıp getirirler. Ne dersin?’’ Bu adamlar kimdi, neden daha önce adlarını duymamıştı ve neden kendi köylerine geliyorlardı. Merakına yeni düşüp biraz da kulak kesildi. ‘’Kızım akşam hatırlat, uyumadan önce büyükçene kabı dama koyalım da Hızır gelince bereket saçsın, nasibimizi alalım.’’ Her sene bakliyat dolu kaplar koyarlardı evin damlarına ki Hızır geceleri gezerken bu bakliyatları artsın, çoğaltsın; yaz geçip kış gelince kıtlık çekmesinler. Tabii küçük kız annesinin amacını bilmiyordu, yabancı bir adamın gecenin bir körü damlarında ne işi olduğunu sorguluyordu. Bunca şeyin üstüne bir de bu Hızır dene adamın gece olunca her yeri gezdiğini, gezisi bitince bir gül ağacının altında İlyas’la buluştuğunu öğrenmişti. Deli olacaktı soru işaretleri karşısında. Bir yandan merak ediyordu, bir yandan köyde gezinen yabancı adamların olması fikri onu korkutuyordu.
O bunları düşünürken saatler geçti, matematik problemleri yarım yamalak da olsa tamamlandı, yufkalar yarın böreğe dönmek için bir kenara kaldırıldı, herkes yavaş yavaş yatmaya hazırlanmaya başladı. Soru işaretleri hala beyninin kıvrımlarında tepiniyordu ve onu içten içe yiyorlardı. Aslında annesine sorsaydı her şey hallolacaktı ama bu onun aklına dahi uğramadı. Sonunda dayanamayıp ondan bir yaş büyük ablasına bu durumu açmaya karar verdi. Zihninden çıkıp gerçek dünyaya döndüğünde ablası, sabah uyandığında saçları dalgalı olsun diye onun saçlarını örüyordu. Bir müddet aynadan ona baktı. Biraz da aynanın yanındaki çiviye asılmış kuru çiçeklere baktı. Bu 12 farklı türde ve renkteki çiçekleri her sene hıdrellezde toplarlar, iyi şans getirsin diye bir sene duvarda bekletirlerdi. Yarın bu demetin yerini yenisi alacaktı. Çiçek topladıklarını aklından geçirip heyecanlandı ama yabancı adamlar aklına gelince tekrardan korku doldu ve dayanamayıp bu gizi ablasına açtı. ‘’Abla. Bugün ödevimi yaparken biraz annemleri dinledim. Hızır’la İlyas diye iki adamdan bahsediyorlardı. Hıdrellez gecesi çıkıp köyde mi gezeceklermiş ne. Sen tanıyor musun kim onlar?’’ Ablası ‘’Yok valla, tanımıyorum. Neyin nesiymiş ki bunlar?’’ deyince küçük kız bildiği her şeyi ablasına anlattı ve artık aynı çatı altında korku duyan bir değil, iki küçük ve meraklı kız vardı. Her ne kadar bir abla da olsa hala hayli küçük olan bu abla aynı kardeşi gibi korkuya kapıldı. Birbirlerine adamların görünüşlerini kafalarında canlandıkları şekillerde anlattılar. Sakallı, koca burunlu, kel, hantal, kalın sesli, korkunç görünen iki adam. Kafalarında böyle tahayyül etmelerine sebep olacak hiçbir şey duymamışlardı ama bilinmeyen, yabancı olan korkutuyordu onları. İnsanlık hali işte. Bu korku ise iki küçük kızda abartıyı doğuruyordu tabii ki.
Yanan mumun loş ışığı altında bir süre birbirlerini korku dolu gözlerle baktılar, büyük ablalarını uyandırmamaya çalışarak kısık sesle birbirlerini iyice korkuttular. O gece uyumalarının hiçbir yolu yoktu, uykularını kaçırıyordu o iki adam. Bir noktada iyice korktuklarından yorganın altına girip saklandılar ve ertesi gün yapacaklarını tartıştılar, birbirlerine tatlı olması gereken hikâyeler anlattılar. Olması gereken diyorum, çünkü hikâyeler bir noktadan sonra her daim korku hikâyesine dönüşüyordu. Baldan tatlı bebekler alkarısı tarafından kaçırılıyor, kırlarda koşuşan kızlar anlık gelen geceyle gulyabaniye yem oluyor, birbirine fıkralar anlatan çocuklar arçura tarafından gıdıklanarak gülmekten çatlayarak ölüyorlardı. Bu gece korku her köşedeydi. Bir süre yorgan altında zangır zangır titrediler, dışarıdan gelen en küçük çıtırtı karşısında çığlık atmamak için zor durdular, en sonunda güvende hissetmek için birbirlerine sarıldılar, fakat uyku hiçbir türlü onlara uğramıyordu. Bir noktada küçük kızın aklına dâhiyane bir düşünce geldi. Bu korkuyu anca onunla yüzleşerek yenebilirlerdi, yani gidip o iki adamı yakından görmeliydiler. Bu fikir karşısında ablası dehşete düştü ve delirip delirmediğini sordu. Böyle bir şey yapmasına imkân olmadığını diretse de küçük kardeşinin ısrarlarına dayanamayarak ona uymaya karar verdi.
Yavaşça yorganın altından çıktılar. Sessizce ceketlerini üstlerine geçirip salona ilerlediler. Çok sessiz olmalıydılar, anne ya da babaları uyanırsa planları yatardı. Tüy kadar hafif adımlarla bahçe kapısını açıp dışarı çıktılar. Hiç konuşmuyorlardı, gece ise uykudaydı. En çok gürültü çıkaran şey durmaksızın çarpan kalpleri, sürekli alıp verdikleri nefeslerdi. O anda ablanın aklına kendilerini korumaları gerekebileceği geldi ve kardeşine silah niyetine kullanabilecekleri bir şey bulması gerektiğini söyledi. İkisi birlikte arayıp taradılar. Bir kürek, bir de babalarının nacağını buldular fakat kürek çok ağırdı, nacak ise çok tehlikeli. Onun yerine evin duvarının kenarından yakılmamış iki uzun odun bulup yola koyuldular. Biraz uzaklaştılar ve köyün ekmek fırınının yanına geldiler. Burada bir süre durup plan yapmaya karar verdiler. Öncesinde bahsi geçen gül ağacının nerede olabileceğini düşündüler. Muhtemelen okulun bahçesindeki koca yediveren gülünden bahsediyorlardı, köydeki en parlak güllere sahip olan ve en büyük gül ağacı buydu. Fakat direkt onun altına gitmeden önce birkaç tur birbirlerinden ayrılmadan köyün geniş sokaklarını kolaçan etmeye karar verdiler. Birkaç tur atacaklar, sonrasında gül ağacının yakınında pusuya yatacaklardı.
Planı uygulamak üzere fırından ayrıldılar ve köyün çeşmesine doğru yol aldılar. Buradan başlayacaklardı devriyeye. Derken çeşmeye vardılar; ellerini, kollarını çeşmenin buz gibi şifalı sularıyla yıkayıp, besmele çekip yola koyuldular. İlk defa bu kadar geç saatte dışarıda olduklarından biraz havalı hissetmişlerdi kendilerini. Sokaklarda kimsecikler yoktu, sanki köy terk edilmiş gibiydi. Bu onları özgür de hissettirdi. O özgürlük hissiyle biraz gevşediler ve muhabbet ederek, gökyüzündeki göz kırpan yıldızları izleyerek adımlar attılar. Bir noktada görev başında olduklarını bile unutmuşlardı. Sonunda ilk turları bitmişti ve kimsesiz sokaklar onları rahatlatmıştı. Ne Hızır vardı ne İlyas. İkinci tura başladılar. Muhabbet tam demini bulmuştu. Okuldan, git gide daha da yaramazlaşan yaşıtları erkeklerden, ortaokul için şehre gidip gelen, iyice boy atmış erkeklerden bahsettiler. Gece böyle geçip gidiyordu, ta ki önünden geçtikleri evden ani sesler gelene ve pencereleri bir aydınlanıp bir kararana kadar… Bu anilik onları öyle bir korkutmuştu ki neye uğradıklarını şaşırıp çığlık bile atmaya vakit bulamadan kol kola koşarak oradan uzaklaştılar. Koşabildikleri kadar koştular. En sonunda köy meydanına vardılar. Tam meydanın ortasına geçtiler ki sağlarında, sollarında ne olup bittiğini görsünler. Ortada sırt sırta verdiler, yavaş yavaş oldukları yerde dönerek etrafı kontrol ettiler. İkisi de hala nefes nefeseydi, korkudan bayılmak üzereydiler. En azından ellerinde ‘’silahları’’ duruyordu. Bir süre daha döndükten sonra durdular. Birbirlerine dönüp sorgulayıcı bakışlar attılar. Bir şeyler vardı, hissediyorlardı. Yaklaşık 5 dakika orada durdular, konuşmadan, hareket etmeden. Gelen yoktu, giden yoktu. Yavaştan sıkılmaya ve donmaya başlamışlardı hatta. Tam eve dönmeye karar vermişlerdi ki inanılmaz şiddetli bir rüzgâr esmeye başladı, yerle gök birbirine girdi sanki. Ağaçlar yüzyıllardır ettikleri dansları ilk defa bu kadar azimle sergiliyorlardı, rüzgâr ilk defa bu kadar sert vuruyordu. Kızlar rüzgâra daha da maruz kalmamak için seğirterek eve gitmeye başladılar. Artık eve yakınlardı. Okulu geçecekler, iki sokak sonrası evlerinde olacaklardı. Olacaktı olacaklarına da, bu planları da tutmadı. Okulu geçip dar sokaklardan birine girdiklerinde devam eden rüzgârla birlikte önlerine pat diye düşen nohut dolu kapla çığlık çığlığa kaldılar. Bu sefer durduramamışlardı kendilerini, çığlık sesleri sokaklara dolmuştu. Kabın Hızır ve İlyas’ın işi olduğuna kanaat getirip gerisin geri koşmaya başladılar ve okula vardılar. Bu iş bu gece bitecekti, Hızır ve İlyas bu yaşattıklarının hesabını verecekti
Okulun bahçesine çığlıklar içinde girdiler. Farkında değillerdi ama bu yüksek sesli çığlıklara karşısında tüm köy ayaklanmış, tek tek bütün gaz lambaları yanmıştı. Onlar koşarken hiçbir şeyi fark etmemişlerdi ve zar zor girdikleri okul un bahçesinde saklanacak yer aradılar. O sırada yine bir dâhiyane fikir çıktı küçük kızın aklından. Onları kolayca alt edebilmek için gül ağacının alına girmeleri gerekiyordu. Zaten her zaman daha cazgır ve dominant olan kardeşi o gece iyice gözü kara birine dönüşmüştü ve tek başına kalmaya korktuğundan onu dinlemek zorunda kaldı. Koşar adım okulun bahçesini geçtiler ve duvar dibindeki koca gül ağacının sarıp sarmalayan dallarının altına girdiler. Bekleme başlamıştı. Eminlerdi ki rüzgârla birlikte köye gelmişler, kabı dökerek varlıklarını kesinleştirmişlerdi. Oraya gelmeleri an meseleydi.
Kısa bir süre beklediler, çok değil. Fakat sessizlik ve karanlıkta bu kısa süre bir ömür gibi geldi onlara. Birbirlerine sarılmışlardı, ablası sükût içinde yaşlar döküyordu. Küçük kardeş çok kararlıydı, bir saniye bile gözlerini kırpmadan iki korkunç adamın gelmesini bekliyordu. Bir yandan da ablasını sakinleştiriyordu. Yatıştırıcı laflarının sonuna gelmişti ki okul binasının tarafından ayak sesleri ve sarımtırak bir ışık göründü. Bir de uzaklardan gelen bir adam sesi. Onların ismini bağırıyordu. Kesinlikle onları arıyordu bu iki adam. Emindi ki öç alacaklardı. Evet, zamanı gelmişti. O an, bu andı. Hızır ve İlyas’la tanışmaları birazdan olacaktı.
Acele etmedi, biraz bekledi ve ne yapacaklarını tahlil etti. Hiçbir şey olduğu yoktu. Sadece daireler çizen bir çift ayak. Cesaretini topladı, ablasına arkasında kalıp odunu sıkıca tutmasını söyledi.
1…2…3… Koştular, koşarak çıktılar gül ağacından. ‘’AAAAAA.’’ Bağırarak, gözleri kapalı şekilde ayakların sahibine doğru koştu ve odunu karşısındaki adamın kafasına indirdi.
…
Herkes iyiydi. Kızlar sonunda tekrar sıcağa kavuşmuşlardı; birlikte yorgana sarılmış, gözlerini silip burunlarını çekiyorlardı. Neler mi oldu? Ha evet, o olay. Olan şu. Kızlar düşen kap sonucunda çığlıklara kapılınca tüm köy korkuyla ayağa kalkmıştı ve neler olduğunu anlamaya çabalamıştı. Tabii ki bu kişiler arasında kızların annesi, babası ve ablaları da vardı. Uyanmışlardı ve büyük abla kızların yokluğunu fark edip hemen anne babasına koşmuştu. Paniğe kapılan aile fertleri sokağa dökülüp kızların adlarını çığırmaya başlamışlardı. Herkes sokaklardaydı ki ilkokulun öğretmeni de uyanmış, müştemilatından çıkıp okul bahçesinden köy halkının yarattığı ışık gösterisini izliyordu. O sırada koşan bir şeyin sesini duydu ve, bam. Kafasına kalınca bir odun yemişti. Allahtan kız küçüktü de odun çok da etki etmemişti. Kız ise hamlesinden sonra gözlerini açıp Hızır ya da İlyas sandığı öğretmenini görünce paniğe kapılıp bayılmıştı. Bir yandan öğretmen, bir yandan küçüğün ablası kıza koşup onu kenara çektiler, öğretmen diğer kızı ailesini çağırmaya gönderdi ve kızlar sağ salim eve vardı. Ee, tabii. Biraz fırça yediler doğal olarak. Annesi hikâyeyi duyunca gülmekten yerlere yattı ve doğruları kızlara teker teker izah etti.
Sonuç olarak kızlar Hızır ve İlyas’ı tanımış oldu, onların somuttan çok soyut insanlar olduğunu öğrendiler. Sabah olduğundaysa içlerine su serpilmiş bir şekilde çiçek kokulu sularla yıkandılar, cici cici giyinip kırlara oynamaya gittiler.