Karanlığın esir aldığı Şubat gecelerinden biri daha gelip çatmıştı Lesnaya sokağında. Günlerden Salıydı; öncesi ve sonrası olmayan arada kalmış gibi olduğu hâlde arada bi yerde de kalmamış sıradan bir gündü işte. Tıpkı sokağın sonundaki çürük vişne
boyalı evde oturan bay Pavel gibi. Ciğerlerinden çıkıp gelmiş sıcak nefesin havaya karışmasına fırsat vermeden buz kütlesine çarpmış Titanic gibi ikiye ayrılıyordu burnunun direği. Bu havada, iki kadeh votka ya da kırmızı şarap içmek için bayan Deb'in dükkânına uğramak, sevgiliyle romantik bi yürüyüş yapmak belki de hatırlanan pişmanlıkları İsa'ya anlatmak için yokuş yolundaki kiliseye gitmek bile aptallıktır. Açlıktan kırılmadığı sürece iki somun almaya çıkmanın da gereği yok. Şömine başında zavarkanızı yudumlamak bana kalırsa tercih sebebi. Beyaz örtüsüne ve soğuğuna alıştığımız ülkemizin tarihinde böyle bir soğuk olmamıştır (Belki de ellerim buz tuttuğu için ben abartıyorumdur). Diğer bütün gecelerden sıyrılmaya niyeti olmalı bu Salı'nın. Bay Pavel her zamanki yerinde; kırık sandalyesinde oturmuş dışarıdaki küçük kıyameti izliyordu. Hemen hemen bütün gün yerinden kalkmadan burada sandalyesine yaşayabilecek bir adamdı. Öyle ki pelvik kemiği yumuşak yatak ve kanepe görmeyi versin, sızım sızım sızlamaya başlardı. Sabahları, iki kadeh içki ve domuz etiyle taçlandırılmış, bol yeşillikli sandviçten oluşan kahvaltıyla güne başlarken, günün akşam vakitlerinde mideye indirdiği bifteğin ardından kendine has baharatlarıyla demlediği çayını içerdi. Kimden kaldığını Tanrı'nın bildiği gül kurusu rengiyle süslenmiş porselen fincanında çayını içmek onun bu hayattaki tek zevki olabilirdi. Yaşı 50'ye merdiven dayamış olmasına rağmen emekliliğini erken almış, yalnız başına evine kapanmıştı. Beş yıl önce görev yaptığı yerde çıkan isyanı bastırmakta görev alan Pavel'in son görevi olduğunu kendisi dahil kimse tahmin edemezdi. Suçuna suç katmak isteyenlerden biri, talihsiz adama malulen emekliliğini hediye etmekle kalmamış aylarca hastane odasında dinlenme fırsatı da vermişti. Bütün bunları başına gelen talihsiz olaylar silsilesi olarak gören arkadaşlarına rağmen Pavel, Meryem oğlu İsa'nın kendini cezalandırdığına inandı. Kutsal Tanrı ve İsa'nın er ya da geç suçluları cezalandıracağı İncil'de apaçık söylenirdi. Tanrı'ya ve dinine adanmış biri olmasa bile başına gelenlerin ilahi adalet olduğuna inancı sonsuzdu. Her gece sandalyesinde otururken boynundaki saf gümüşten kolyesini göğsüne bastırır, Tanrı'dan affedilmeyi dilerdi. Ölümün kendisine yakın olduğunu hissetmesinden midir vicdanının sesinden kulaklarının sağır olup kalbine azap inmesinden midir Tanrı bilir.
Yukarılardan bi yerlerden aldığı emir ve cebine inen rublenin sıcaklığı onu, gece yarısı temizliğinde profesyonel bi makineye çevirmişti. Bu işi, insanlığa hizmet olarak gördüğü için tereddüt etmeden, sorgulamadan yıllarca sürdürmüş, perde arkasını
düşünmeyi de itaatsizlik sayacağından gösterilen her böceği temizlemişti. İdamı hak edenlerin infaz kararını yüce yargıç veriyordu kanuna göre. Ama kendi kanununu yazmaya kararlıydı. Fırsat ayağına gelmemiş adeta koşmuştu. İnfazı bulunmayanların cezasını, kendi adalet sistemi içinde veren beyefendisi hakkında şüphe duymak istemedi hiçbir zaman. Hak etmeseydi hakkından gelinmezdi diye kendini teselli ettikten sonra temizliğini kusursuz yapar karşılığını misliyle görürdü. Sonrası eve gidip sıcak duşunu almasıyla aklından silinir giderdi her şey. Yaptığı hizmetten ötürü duyduğu gurur, Stalin'deki gururla aynıydı. O gece için gideceği bara karar verirdi. Yeni olan paltosunu vestiyerden çekip çıkardıktan sonra üzerine giyer, boy aynasının önünde belki yarım saat oyalanırdı. Saçı, şapkası, palto düğmesine her detayın yerli yerinde olduğuna karar verdikten sonra sabahlayacağı mekanlara doğru, ruganlarının yol boyu bıraktığı izlerleri ardında bırakır adımlarını hızlandırırdı. Yürüyen Bay Pavel değil de kibir - ego karışımı duyguların ete kemiğe bürünmüş haliydi. Yol boyu hiçbir şey düşünmeden yürürdü. Ne var ki bütün bunlar, şimdilerde yerini Tanrı'ya karşı günahkâr olan adamın vicdan azabından uykusunun kaçtığı günlere gecelere bıraktı. Belki en hafif cezaydı, yapışıp kaldığı sandalye ona. Belki de kaderin ona "dur" ikazıydı. Arada gözlüğünü çıkarıp yaşaran iri pörtlek gözlerini silmeyi hatırlayan Pavel şimdilerde unutmak isteyip unutamadığı hatıralara mahkûm. İster Hristiyan olun veya Yahudi hatta bir Müslüman, hangi dine inanırsanız inanın bütün kutsal kitaplarda geçen Tanrı'nın sözü ortaktı. Böyle düşünürken gözbebeğine bi ışık parıltısı gelip oturuyordu. "O bağışlayıcıdır". Kendisi tanrı olsaydı (olmayı istemezdi) eğer öyle olmuş olsaydı kendini, kendi gibilerini, affetmezdi kesin olarak. Bu kadar sert kırmıştı kalemini. Ama değildi, bi umut ışığı hâlâ vardı yani. Derisi kurumuş, pembeden hafif mora çevrilmiş dudağı kıpırdadı. Gün içinde en az yüzüncüye tekrar ettiği cümleyi tekrarladı. "Adalet, yerini bulmak istediğinde hiçbir servet ve makama göre muamele etmez. "
boyalı evde oturan bay Pavel gibi. Ciğerlerinden çıkıp gelmiş sıcak nefesin havaya karışmasına fırsat vermeden buz kütlesine çarpmış Titanic gibi ikiye ayrılıyordu burnunun direği. Bu havada, iki kadeh votka ya da kırmızı şarap içmek için bayan Deb'in dükkânına uğramak, sevgiliyle romantik bi yürüyüş yapmak belki de hatırlanan pişmanlıkları İsa'ya anlatmak için yokuş yolundaki kiliseye gitmek bile aptallıktır. Açlıktan kırılmadığı sürece iki somun almaya çıkmanın da gereği yok. Şömine başında zavarkanızı yudumlamak bana kalırsa tercih sebebi. Beyaz örtüsüne ve soğuğuna alıştığımız ülkemizin tarihinde böyle bir soğuk olmamıştır (Belki de ellerim buz tuttuğu için ben abartıyorumdur). Diğer bütün gecelerden sıyrılmaya niyeti olmalı bu Salı'nın. Bay Pavel her zamanki yerinde; kırık sandalyesinde oturmuş dışarıdaki küçük kıyameti izliyordu. Hemen hemen bütün gün yerinden kalkmadan burada sandalyesine yaşayabilecek bir adamdı. Öyle ki pelvik kemiği yumuşak yatak ve kanepe görmeyi versin, sızım sızım sızlamaya başlardı. Sabahları, iki kadeh içki ve domuz etiyle taçlandırılmış, bol yeşillikli sandviçten oluşan kahvaltıyla güne başlarken, günün akşam vakitlerinde mideye indirdiği bifteğin ardından kendine has baharatlarıyla demlediği çayını içerdi. Kimden kaldığını Tanrı'nın bildiği gül kurusu rengiyle süslenmiş porselen fincanında çayını içmek onun bu hayattaki tek zevki olabilirdi. Yaşı 50'ye merdiven dayamış olmasına rağmen emekliliğini erken almış, yalnız başına evine kapanmıştı. Beş yıl önce görev yaptığı yerde çıkan isyanı bastırmakta görev alan Pavel'in son görevi olduğunu kendisi dahil kimse tahmin edemezdi. Suçuna suç katmak isteyenlerden biri, talihsiz adama malulen emekliliğini hediye etmekle kalmamış aylarca hastane odasında dinlenme fırsatı da vermişti. Bütün bunları başına gelen talihsiz olaylar silsilesi olarak gören arkadaşlarına rağmen Pavel, Meryem oğlu İsa'nın kendini cezalandırdığına inandı. Kutsal Tanrı ve İsa'nın er ya da geç suçluları cezalandıracağı İncil'de apaçık söylenirdi. Tanrı'ya ve dinine adanmış biri olmasa bile başına gelenlerin ilahi adalet olduğuna inancı sonsuzdu. Her gece sandalyesinde otururken boynundaki saf gümüşten kolyesini göğsüne bastırır, Tanrı'dan affedilmeyi dilerdi. Ölümün kendisine yakın olduğunu hissetmesinden midir vicdanının sesinden kulaklarının sağır olup kalbine azap inmesinden midir Tanrı bilir.
Yukarılardan bi yerlerden aldığı emir ve cebine inen rublenin sıcaklığı onu, gece yarısı temizliğinde profesyonel bi makineye çevirmişti. Bu işi, insanlığa hizmet olarak gördüğü için tereddüt etmeden, sorgulamadan yıllarca sürdürmüş, perde arkasını
düşünmeyi de itaatsizlik sayacağından gösterilen her böceği temizlemişti. İdamı hak edenlerin infaz kararını yüce yargıç veriyordu kanuna göre. Ama kendi kanununu yazmaya kararlıydı. Fırsat ayağına gelmemiş adeta koşmuştu. İnfazı bulunmayanların cezasını, kendi adalet sistemi içinde veren beyefendisi hakkında şüphe duymak istemedi hiçbir zaman. Hak etmeseydi hakkından gelinmezdi diye kendini teselli ettikten sonra temizliğini kusursuz yapar karşılığını misliyle görürdü. Sonrası eve gidip sıcak duşunu almasıyla aklından silinir giderdi her şey. Yaptığı hizmetten ötürü duyduğu gurur, Stalin'deki gururla aynıydı. O gece için gideceği bara karar verirdi. Yeni olan paltosunu vestiyerden çekip çıkardıktan sonra üzerine giyer, boy aynasının önünde belki yarım saat oyalanırdı. Saçı, şapkası, palto düğmesine her detayın yerli yerinde olduğuna karar verdikten sonra sabahlayacağı mekanlara doğru, ruganlarının yol boyu bıraktığı izlerleri ardında bırakır adımlarını hızlandırırdı. Yürüyen Bay Pavel değil de kibir - ego karışımı duyguların ete kemiğe bürünmüş haliydi. Yol boyu hiçbir şey düşünmeden yürürdü. Ne var ki bütün bunlar, şimdilerde yerini Tanrı'ya karşı günahkâr olan adamın vicdan azabından uykusunun kaçtığı günlere gecelere bıraktı. Belki en hafif cezaydı, yapışıp kaldığı sandalye ona. Belki de kaderin ona "dur" ikazıydı. Arada gözlüğünü çıkarıp yaşaran iri pörtlek gözlerini silmeyi hatırlayan Pavel şimdilerde unutmak isteyip unutamadığı hatıralara mahkûm. İster Hristiyan olun veya Yahudi hatta bir Müslüman, hangi dine inanırsanız inanın bütün kutsal kitaplarda geçen Tanrı'nın sözü ortaktı. Böyle düşünürken gözbebeğine bi ışık parıltısı gelip oturuyordu. "O bağışlayıcıdır". Kendisi tanrı olsaydı (olmayı istemezdi) eğer öyle olmuş olsaydı kendini, kendi gibilerini, affetmezdi kesin olarak. Bu kadar sert kırmıştı kalemini. Ama değildi, bi umut ışığı hâlâ vardı yani. Derisi kurumuş, pembeden hafif mora çevrilmiş dudağı kıpırdadı. Gün içinde en az yüzüncüye tekrar ettiği cümleyi tekrarladı. "Adalet, yerini bulmak istediğinde hiçbir servet ve makama göre muamele etmez. "