Cübbesinin altında her yeri kapalı olmasına rağmen gençliğinden artık eser kalmadığını gizleyemeyecek kadar yaşlıydı din adamı. Hangi dine mensup olduğunu ben de bilmiyorum ama saygı gördüğü ve dikkate değer görüldüğü kesindi. Adımlarının hızı, yüzündeki nefretle birleşince, boynunda asılı olan parlak ve zannımca inciden yapılma kolyenin ışığını kesen bir duruşa bürünüyordu. Diğer din adamlarının aksine, lüksü çağrıştıran bir giyimi yoktu. Üzerindekilerin eski püskü oluşu da dikkat çekiyordu. İncileri parlak kılanın bu eski püskü kıyafet ve karakter olduğunu düşünmeden edemeyeceğim.

Bir ibadethanede olmasına karşın ağır küfürler ederek salona doğru ilerlemekteydi. Sinirinin sebebini unutturacak derecede korkutucuydu bu öfke. Öyle ya, bu derecede bir öfkeye sahip, örneğin bir domuza, neden sinirlisin diye sorulmaz, ondan kaçılır ve kalan cesaret kırıntısıyla, yapacağı bir sonraki hareket izlenebilirdi. “Neden” sorusu ancak aklıselimde sorulabilecek bir sorudur ve ancak belirli bir seviyenin üzerinde bir kişiye yöneltildiğinde tatmin edici bir cevap doğurur. Yaşlı din adamının ne aklı başındaydı ne de söz konusu seviyenin yakınlarında bir yerdeydi.

Duygularıyla hareket eden biri değildi yaşlı adam. Ona yön veren, duygularını bastırma refleksiydi. Bu refleksle hayatında belirli bir kariyer yapmış ve şimdiki konumuna ulaşmıştı. Bu refleks hemen herkeste gelişmiş bir durumdur aslında. Eğitimin temelinde olan bir şey olduğunu düşünsek, çok da yanlış olmaz kanımca. İsteklerin dozajı arttıkça sapkınlık ihtimali de artıyor gibi görünür normal göze. Her ne kadar aç bırakılmış isteklerin daha büyük sapıklıklarla patlamalar yaptığını tarih topluma öğretmeye çalışmış olsa da toplum isteklerin baskısını bir erdem olarak görmeye devam etmekte. Hakem zaman olunca, oyunun kazananını belirlemek de zaman alıyor.

Nihayet kapının önüne ulaştı yaşlı adam. Kocaman işlemeli bir kapıydı bu. Biraz yıpranmış, arkasındakini korumaktan sıkılmış, çatlakların ve deformasyonların karakteri haline geldiği de apaçık ortadaydı. Direnmedi yaşlı adama, gıcırdayarak da olsa açıldı ve karanlık sayılabilecek bir odaya bu yaşlı adamın -ortama yakıştırmış olacak ki- girmesine müsaade etti.

Karanlık odaya ufak bir ışık demeti vuruyor ve bu ışık -kaplamasından olsa gerek- ortada duran kitabın üzerinden sekerek etrafı aydınlatıyordu. Gizli bir mekanizma mı vardı bilemem, ama oradan yansıyan ışığın miktarı artıyor ve odanın aydınlanmasına yetiyordu. Kitap bir kürsünün üzerine yerleştirilmişti. Bu kürsü, kitap taşımaktan yorulmuş ve karanlığın içerisinde zamanın en acı haline esir olmuşçasına yaşlanmış; sanki bugüne kadar şahit olduklarından bıkmış da derisinden kurtulmaya çalışan bir yılanmış gibi parça parça dökülmekteydi. Ancak bu yılanın dökülmekte olan derisinin altından daha çirkin bir deri gelmekteydi.

Biraz dikkatli bakınca, kürsünün arkasında bir hayvan farkettim. Boyutu gereği fare olduğu kanaatindeyim. Etrafta bulunan öfkeli gözlerin arasında anlam taşıyan yegane gözler de ona aitti. Korkuyordu ve bunda sonuna kadar haklıydı. Yalnız bu sıradan bir ölüm korkusu olamazdı. Bu zavallı hayvanın korkusu, kendisinde olanın etrafı tarafından hiçbir zaman anlaşılamayacak bir şey olmasıydı. Korkuyordu, çünkü farklıydı; çünkü anlıyordu; çünkü hissediyordu; çünkü güçsüzdü.

Yaşlı adam kitaba doğru eğildi ve kimsenin doğruluğunu sorgulayamayacağı bir dilde birtakım cümleler sarfetti. Bu cümleleri öğrenmesi yıllarını almış ve bugüne kadar buna benzer katıldığı tüm ayinlerde insanların peşinden gelmesini sağlamıştı. Sözleri bitince kitapta bir değişiklik olduğunu hisseden bazı katılımcılar ağlamaya başladı. Zaten bir değişiklik sezemeseler, ağlayacak daha büyük bir konu olacağı kesindi. Sanıyorum sevinç gözyaşlarıydı bunlar.

Derken fare zannettiğim ama halen ne olduğunu anlayamadığım hayvanı aldı eline. Hayvanın gözlerinde bir rahatlama gördüm. Artık bu eziyetin biteceğine seviniyordu. Hayvandaki bu değişiklik de bana bir huzur vermişse de ağlamamayı tercih ettim. Yaşlı adam, çevresindeki insanların bilgisizliğinden aldığı güçle bu hayvanı tek parçada kalbinden yaraladı. Akan kan kitabın üzerine dökülüyordu. O boyuttaki hayvandan bu kadar kan çıkması beni de şaşırttı. Ama kürsüdeki kitabın içinde yer alan şeytanı yok edecek yoğunlukta ve miktarda kan kitabın her yerine bulaştı. İnsanlar çığlık atıyor, etrafta koşuşturuyor ve bilmedikleri dilde karanlığa yalvarıyorlardı.

Bir can almanın eşsiz keyfinden olsa gerek, yaşlı adam rahatlamış, az evvelki küfürbazdan eser kalmamıştı. Sonuçta herkes mutluydu. Şeytan kitaptan çıktığı için insanlar, bunun karşılığında kendisine ikramlar yapıldığından yaşlı din adamı, bu pisliğe daha fazla maruz kalmak zorunda olmadığı için de o hayvan… ve en son ben… Ayin sırasında kendimi gizlemeyi başararak ve odanın karanlığından da istifade ederek, siz kıymetli okuyucumun şu an okumakta olduğu bu sayfaları, kan mahvetmeden hemen önce almayı başardım.

Kim olduğumu ben de bilmiyorum. Kitap dedi, ben de yaptım. Sonsuza dek kitabın kölesi kalacağım. Ve siz de benim yüzümden o ayinde öldürülen kitabı okumuş oldunuz. Mutlu musunuz?