Hava o kadar aydınlık ve o kadar güzeldi ki, adeta yaz gelmişti sanki. Genç kadın, camlarını açmış ve dışarıya doğru bakıyordu. Kuşların cıvıltısı kulaklarına doluyordu, o kadar neşeliydi ki, dışarıya çıkmamak için hiçbir nedeni yoktu. Hem, bugün meydanda eğlence de düzenleyeceklerdi. Bugün haziran ayının 10. günüydü.
Dışarı çıkmak için sabırsızlanıyordu. Güneşin sıcaklığını tenini üstünde hissetmek, rüzgârın uçuşunu duymak, çiçeklerin açışının kokusunu koklamak istiyordu. Adeta ruhu huzur bulmuştu bu güzel günde. Bir insan bu kadar mutlu olamaz sanıyordu genç kadın, ancak işte, bir güneş açmasına bağlıydı insanların içindeki buhranın kalkması. Onun da içindeki kıştan beri süregelen mutsuzluk son bulmuştu işte. Ne güzel bir gündü bu.
Haziran ayı.
Haziran, 1892.
Bundan 200 yıl önce, şubat ayında başlayan, 199 yıl önce, mayıs ayında biten olayları herkes unutmuş ve rafa kaldırmıştı.
"Kızlar, bana yardıma gelin," diye bağırdı hizmetçilerine, camı kapatarak. Artık daha fazla dayanamayacaktı genç ruhu, dışarıya çıkmak istiyordu ve bu güzel havayı içine çekmek istiyordu. Emrini duyan hizmetlileri hemen odasına geldi. Genç kız, bugünü hayal ederek kendisi için güzel bir elbise diktirmişti bile. Tam da bu havaya uyacak bir elbiseydi.
Hizmetlileri onun giyinmesine yardım ederken, birden annesi kapıda göründü. Annesini pek önemsemiyordu genç kadın, dışarıya çıkmasına izin vereceğini zaten biliyordu. Hem, kim tutabilirdi ki onu bu güzel havadan uzak? Kimin yeterdi gücü? Annesi de bunu biliyordu. Kızını tanıyordu ve havalar ısındığı anda dışarıya çıkmak için nasıl heveslendiğini biliyordu. Bu yüzden, onun hevesini kaçırmak aklında yoktu.
"Bridget," dedi yine de annesi, uyarır bir ses tonuyla. "Akşama çok geç kalma. Baban gelmeden evde olmuş ol. Tek başına çıkmana bir şey demiyorum ancak baban gelmeden evde olmuş olman gerekiyor."
"Tabii ki, anne!" dedi Bridget mutlulukla. "Asla sizi utandırmam. Bishop benim soyadım, adımın ağırlığını her zaman taşıyacak hareketler yaparım."
Bridget gerçekten de ailesini utandırmamak için bayağı hareketlerden kaçınırdı. Babası nüfuzlu bir yargıçtı, burada herkes tarafından tanınıyordu. Bridget şanslı bir kızdı, ailesi hem nüfuzluydu hem de ailesi tarafından çok seviliyordu. Bir fabrikaya girip çalışmayı aklından bile geçiremiyordu. Küçük çocukların bacaları temizlediğini duyduğunda fena oluyordu. Kendisi asla böyle bir şey yapamazdı. O elbisesini bile kendisi giyemezdi ki.
Sonunda hizmetçiler, onun kıyafetlerini giydirmeyi başardığında, Bridget derin bir nefes aldı. İşte sonunda dışarıya çıkma vakti gelmişti. Şimdi zincirlerini kırma vaktiydi. Dışarıya çıkıp tüm gün güzel havayı soluyacaktı. Bir hanımefendiye yakışmayan bir tavırla, koşarak dışarıya çıktı. Annesi arkasından yavaş olmasını bağırmıştı ama nafile. Artık onu durduramazdı, o da biliyordu.
Bridget dışarıya çıktığında temiz havayı soludu, dünyadaki belki de en güzel şeydi bu güzel hava. Ne kadar da seviyordu doğayı, çiçekleri, güneşi, hatta gülümseyen insanları! Annesiyle birlikte bahçede oturacağı günler çok yaklaşmıştı, bunun için de ayrı bir sevinçliydi.
Güneş çevresine altın sarısı bir ışık yayıyor; ağaç yapraklarının uçları sanki bu ışıkla yanıyormuş gibi titreşiyordu. Sokağı izliyordu bir yandan da Bridget, insanları izlemeyi ve neler yaptıklarını, hayattaki amaçlarını düşünmeyi çok severdi. Akşama yapılacak olan festivale gelecekler miydi acaba? Merak etmişti Bridget. Bazıları gelemezdi, biliyordu. Çalışanlar vardı, hem de çok çalışanlar. Hayat her zaman herkese eşit gülmezdi sonuçta.
Bridget yanından geçen bir kadına nazikçe gülümsedi, kadın da ona gülümsedi. Bu hareket Bridget'ın içini ısıtmıştı. Böyle bir günde nasıl ısınmazdı ki içi?
Ancak adımlarını ilerlettikçe bir şeyler yavaş yavaş değişmeye başladı.
İlk fark ettiği şey, kuşların sesinin giderek azalması oldu. Sanki biri havaya asılı melodiyi yavaşça kısıyordu. Önce birkaç serçe sustu, sonra güvercinlerin kanat çırpışları durdu. Bridget kaşlarını çattı. “Ne tuhaf,” diye fısıldadı kendi kendine. Belki de kendisi öyle düşünmüştü, kuşların sustuğu yoktu. Ya da belki de kuşlar hiç o kadar canlı bağırmamıştı bile. Emin olamıyordu. Fark etmemişti; insanları izlemekten, etrafı gözlemekten kuşlara vakit bulamamıştı.
Önemsememeye çalıştı, gidip festivali izlemek istiyordu ya da festivalin hazırlıklarını. Attığı adımlar çoğaldıkça ve kat ettiği yol arttıkça, yanındaki yoldaşları de kesilmişti sanki. Yavaşça gökyüzüne kaydırdı bakışlarını Bridget— bulutlar olması gerektiği gibi gökyüzünü süslüyordu ama garip bir biçimde sabitlerdi. Kıpırdamıyorlardı. Sanki dünya dönmeyi unutmuştu. Yoksa Léon Foucault ve sarkaçı yanılmıştı da dünya hiç kendi etrafında dönmemiş miydi?
"Saçmalıyorsun, Bridget," dedi kendi kendisine. "Saçmalamaya başladın. Kış ayı çetin geçti tabii... Ondan oldu böyle..."
Bridget merkeze doğru yürürken ayakkabılarının altındaki toprağın yumuşamaya başladığını hissetti. Çamur vardı yerde, renkli ayakkabılarını çirkin bir renge boyamıştı! Bridget bir an gördüğü bu görüntü yüzünden çığlık atmak istedi. Bir an önce bu pisliği kaldırması lazımdı ayakkabılarından, yoksa nasıl ilerleyecekti? Nasıl varacaktı merkeze?
Kafasını ayakkabılarından kaldırdığı sırada yüzüne bir serinlik çöker gibi oldu. Rüzgâr esmeye başlamıştı ama garipti; rüzgârın gelişiyle yapraklar hışırdamadı. Saçları bile savrulmadı. Sadece tenine işleyen o kuru soğuk… Bridget kollarını göğsünde kavuşturdu. Neler oluyordu böyle? Bir çeşit hastalık mı geçiriyordu? O kadar şaşırmıştı ki, ayakkabılarındaki çamuru bile unutmuştu. Bunca zamana kadar aldığı tahsiller boşuna olamazdı. Rüzgâr eserse, etrafta bir şeyler uçardı. Bunu bilmek için yüksek bir tahsile de ihtiyaç yoktu hem.
Yürümeye başladı tekrardan ancak adımları daha yavaştı şimdi. Bir şeyler değişmişti ama hâlâ tam anlamıyla neler olduğunu algılayamıyordu. Etraftaki evlerin renkleri daha soluk görünüyordu, oysa bu evlerin güzel renkleri olduğunu biliyordu Bridget. Birkaç evin pencereleri kapalıydı, sanki içerideki birileri dış dünyayı görmek istememişti. Görülmeyecek hava mıydı bu? Herkes bu güzel havaya şahit olmak isterdi.
İster miydi sahiden?
Uzakta, sokak lambalarının olmadığı bir sokağa girdiğinde, zemin taşlarının eski ve çatlamış olduğunu fark etti. Sanki yıllardır yenilenmemişlerdi. Bu nasıl olabilirdi ki? Bir duvarın köşesinde bir yazı çekti dikkatini ancak tam okunmuyordu. El yazısıydı ama eski bir yazıydı, neredeyse taşın içine kazınmış gibiydi. Bridget uğraş vererek okumaya çalıştı.
Exodus, 22:18.
Geriye doğru adımladı genç kadın. Okumaya o kadar dalmıştı ki, geri adımladığı anda havanın ne kadar kararmış olduğunu yeni fark etmişti. Gece olmuştu sanki, buz kesmişti etraf ve baykuşların bağırmalarını işitiyordu. Bridget eve dönmek istemişti, ağlamak ve bütün bu yaşadıklarını annesine anlatmak. Ancak hiçbirisini yapamadı. İçindeki o dürtü, onu merkeze gitmeye zorluyordu. Festivale gitmeye zorluyordu.
Hava bir anda kapanmazdı, bir anda gece olmazdı. Sabah çıkmıştı Bridget evden, gece olması için çok saat geçmiş olmalıydı ancak evi o kadar uzun değildi. Uzun olsaydı yürümezdi ki.
Ay, dalların arasından sızarak yolunu aydınlatmaya başladığı sırada Bridget, artık kendisinden daha emin hissediyordu. Yürümeye başladı, adımları festival alanına dönüktü. Taşlı patika yolda yürürken içinde ağırlaşan duyguları hissediyordu. Acaba hiçbir şey yanlış değildi de Bridget mı yanlıştı? Rüzgâr, yaprakların arasından geçerken kuru dallar seslerle birlikte bağırmaya geçiyordu ama doğanın sesinden çok daha güçlü olan bir şey duymuştu Bridget. İnsan seslerini işitmişti kulakları.
İlk önce belli belirsiz bir uğultuydu bu. Sonra netleşmeye başladı. Kadın çığlıkları, erkek bağırışları, kalabalığın kışkırtıcı tezahüratları… İç içe geçmiş, anlaşılması zor ancak ürkütücü olduğu her halinden belli olan bir senfoniydi bu. Bir kakofoni.
Bridget bir ara durdu, nefeslendi. O sırada aslında yalnız olmadığını, onunla aynı yöne ilerleyen insanlar olduğunu fark etmişti. Ancak bu insanlar farklıydı. Kendisine benziyordu ama kıyafetleri benzemiyordu. Tuhaflardı. Adamların çoğu, diz altında biten pantolonlar giymişti, ayaklarında tokalı ağır ayakkabılar vardı. Bazıları başlarında geniş kenarlı şapkalar taşıyordu. Kadınlar uzun etekli, yakaları boğaza kadar kapalı elbiseler içindeydi. Bazılarının ellerinde tespihler ya da haçlar vardı. Ancak asıl Bridget’ı merak ettiren şey yüz ifadeleriydi. Neden huşu ifadesi vardı ki yüzlerinde?
Yolda yürüyen ve elinde bir haç olan bir kadının yüzü Bridget’ın olduğu yöne doğru döndü. Kadının gözleri garip bir biçimde donuktu. Sanki bir yere bakıyordu ancak hiçbir şey göremiyordu, sanki Bridget’ın varlığını hiç fark etmemişti ya da fark etmiş olsa bile önemsememişti. Kadın, saniyeler içinde yanındaki erkek çocuğunun elini sıktı ve yürümeye devam etti. Çocuk götürülmek istemiyor gibi bir ifade takınmıştı.
Bridget, midesinin burkulduğunu hissetti. Bu insanlar nereye gidiyordu, bu yüksek sesler nereden geliyordu bilmiyordu. Ancak durmayacaktı, bu insan selini takip ederek gittikleri yere varmak istiyordu. Korkuyordu göreceklerinden ancak yine de gitmek istiyordu, içindeki bu dürtüyü bastıramamıştı.
Festival alanına yaklaştıkça sesler de netleşmişti. Artık bir kadının sesini duydu, diğer hepsinden çok daha netti. Onlara sesini geçirmeye çalışıyordu adeta. “Yapmadım!” diye haykırdı. “Tanrı şahidimdir! Ben hiçbir şey yapmadım!”
Kalabalığın sesini bastırır gibi bağırıyordu kadın. Ardından kalabalıktan, “Dinlemeyin onu!” diye sesler yükseldi. Bir başka adam, daha da fanatik bir halde, “Tanrı’nın adını ağzına alma!” diye bağırdı. Bridget yaklaştıkça sesler daha da anlaşılabilir oluyordu. “Tanrı’nın gazabı, lanetli ruhların üzerinde olsun!”
Festival diye anons edilen alan, bir panayır alanı değildi. Yaklaştıkça fark etti: bir idam töreni hazırlanıyordu.
İleriye doğru yükselen tahta bir iskele çekmişti Bridget’ın dikkatini. İskelede birisi vardı ancak yüzünü göremiyordu, insanlar görüş açısını kapatıyordu. Önce iskeleyi çevreleyen kalabalığa baktı. Çok öfkeli bir halktı bu, hiç bu kadar öfkelisini görmemişti Bridget. Bazıları ise dua ediyordu, ölecek olan kişinin ruhunun arınması için Tanrı’ya yalvarıyorlardı.
Kalabalığın en önlerinde duran tanıdık yüzler çekti dikkatini. Daha önce bu adamları görmediğine dair yemin edebilirdi oysaki Bridget. Siyah cüppeler içindeydi ikisi de birisi elinde kalın bir kâğıt tutuyordu, diğeri ise elinde bir meşale tutuyordu. Bridget, bu hiç görmediği iki adamın da ismini zihninin yankısı olarak hissetti. Jonathan Corwin. John Hathorne.
Jonathan Corwin’in elinin havaya kalktığını gördü Bridget, herkesi susturmak istermiş gibi bir havası vardı. “Tanrı’nın iradesiyle, huzurumuz için bu kadın asılacaktır! Şeytanla anlaşma yapanın cezası iptir!” diye bağırdı gaddar bir soğukkanlılıkla.
İskeleye birisinin daha çıktığını gördü o sırada Bridget. Tanıdık bir sima daha. Hayatında daha önce hiç görmediği ancak ismini bildiği bir adam daha. George Corwin. Bridget neler olduğunu anlayamıyordu.
George’un elinde bir ip vardı ve sessizce gözleri iskeledeki kişiye kayarken, elleri bir yandan da hazırlanıyordu.
Bridget’ın boğazında bir yumru oluştu. İçine açıklayamadığı bir korku çöktü. Kalabalığın arasında sıkışırken, gözleri bir anlığına karşı iskelede asılacak olan kişiye kaydı. Bu bir kadındı. Yüzünü göremiyordu ama elleri bağlıydı, dizlerinin titrediği uzaktan bile belliydi. Kim bilir ne kadar da korkuyordu kaçınılmaz olana gittiği için.
“Ben bir cadı değilim. Bunu biliyorsunuz,” dedi kadın o sırada. Sesi titrek ama kararlıydı. Bu kadının konuşmaya başlamadı bir anlığına kalabalığı susturmuştu. “Masumum ben. Ruhumu Tanrı bilir!”
Bridget, sonunda bir meşalenin ışığının kadının yüzüne odaklandığını gördü. Kafasını yavaşça onu görebileceği kadar eğdi ve sonunda, yüzüne odaklanabildi. Yüzünü gördüğü ilk andı.
Aslında değildi.
Karşısındaki kadının yüzü kendi yüzüydü aslında. Bridget’ın içi buz kesti. Bu sabah evden çıkmadan önce gördüğü yüz karşısındaydı; sabah aynadan kendisine baktığı gözleri, şimdi yine kendisine bakıyordu ama bu kez kalabalığın önündeydi. İdam sehpasındaydı. Ölecekti birazdan. Gözlerini kırptı, birkaç saniye kapattı gözlerini ve gördüğü bu şeyin saçmalık olduğunu tekrar etti kendisine. Ancak gözlerini açtığında, aynı sahne tekrardan karşısındaydı. Hatta artık geç bile kalmıştı çünkü George Corwin, ipi Bridget’ın aynısı olan kadının boynuna geçirmişti bile.
Jonathan Corwin, “Bridget Bishop,” diye haykırdı bir kez daha. “Salem mahkemesi tarafından ölümle yargılandınız. Suçunuz, Tanrı’ya karşı gelmek, cadılıkla ruhları baştan çıkarmak ve Şeytan’la anlaşma yapmak.”
İsminin yankısını duymak, Bridget’ın boğazını kuruttu. Kalabalığın uğultusu bir anlığına kulaklarından silinmişti. Tam anlamıyla yalnızca dünyada kendisi kalmıştı sanki. Kendi boğazındaki urganı izlerken kadının tekrardan dudaklarını araladığını gördü.
“Ben masumum!” dedi son kez. “Cadılık hakkında hiçbir şey bilmiyorum.”
Ay o son saniyede bulutların arasından çıkarak etrafı aydınlattı.
Ve ip, aşağı çekildi.
Urganda asılan Bridget çığlık atmadı, diğer Bridget ise, elini ağzına götürmekle yetinmek zorunda kalmıştı. Kalabalık çıldırmıştı. Kimileri bağırıyordu, kimileri sevinç çığlıkları atıyordu. Bu kalabalık arasında bir tek Bridget sessizdi. Kendi kendisinin ölümünü izlemişti.
Artık 1892 senesine ait değildi, artık 1692 senesine de ait değildi.
Hiçliğe ait olan bir hayalete dönüştüğünü fark etti.
Dışarı çıkmak için sabırsızlanıyordu. Güneşin sıcaklığını tenini üstünde hissetmek, rüzgârın uçuşunu duymak, çiçeklerin açışının kokusunu koklamak istiyordu. Adeta ruhu huzur bulmuştu bu güzel günde. Bir insan bu kadar mutlu olamaz sanıyordu genç kadın, ancak işte, bir güneş açmasına bağlıydı insanların içindeki buhranın kalkması. Onun da içindeki kıştan beri süregelen mutsuzluk son bulmuştu işte. Ne güzel bir gündü bu.
Haziran ayı.
Haziran, 1892.
Bundan 200 yıl önce, şubat ayında başlayan, 199 yıl önce, mayıs ayında biten olayları herkes unutmuş ve rafa kaldırmıştı.
"Kızlar, bana yardıma gelin," diye bağırdı hizmetçilerine, camı kapatarak. Artık daha fazla dayanamayacaktı genç ruhu, dışarıya çıkmak istiyordu ve bu güzel havayı içine çekmek istiyordu. Emrini duyan hizmetlileri hemen odasına geldi. Genç kız, bugünü hayal ederek kendisi için güzel bir elbise diktirmişti bile. Tam da bu havaya uyacak bir elbiseydi.
Hizmetlileri onun giyinmesine yardım ederken, birden annesi kapıda göründü. Annesini pek önemsemiyordu genç kadın, dışarıya çıkmasına izin vereceğini zaten biliyordu. Hem, kim tutabilirdi ki onu bu güzel havadan uzak? Kimin yeterdi gücü? Annesi de bunu biliyordu. Kızını tanıyordu ve havalar ısındığı anda dışarıya çıkmak için nasıl heveslendiğini biliyordu. Bu yüzden, onun hevesini kaçırmak aklında yoktu.
"Bridget," dedi yine de annesi, uyarır bir ses tonuyla. "Akşama çok geç kalma. Baban gelmeden evde olmuş ol. Tek başına çıkmana bir şey demiyorum ancak baban gelmeden evde olmuş olman gerekiyor."
"Tabii ki, anne!" dedi Bridget mutlulukla. "Asla sizi utandırmam. Bishop benim soyadım, adımın ağırlığını her zaman taşıyacak hareketler yaparım."
Bridget gerçekten de ailesini utandırmamak için bayağı hareketlerden kaçınırdı. Babası nüfuzlu bir yargıçtı, burada herkes tarafından tanınıyordu. Bridget şanslı bir kızdı, ailesi hem nüfuzluydu hem de ailesi tarafından çok seviliyordu. Bir fabrikaya girip çalışmayı aklından bile geçiremiyordu. Küçük çocukların bacaları temizlediğini duyduğunda fena oluyordu. Kendisi asla böyle bir şey yapamazdı. O elbisesini bile kendisi giyemezdi ki.
Sonunda hizmetçiler, onun kıyafetlerini giydirmeyi başardığında, Bridget derin bir nefes aldı. İşte sonunda dışarıya çıkma vakti gelmişti. Şimdi zincirlerini kırma vaktiydi. Dışarıya çıkıp tüm gün güzel havayı soluyacaktı. Bir hanımefendiye yakışmayan bir tavırla, koşarak dışarıya çıktı. Annesi arkasından yavaş olmasını bağırmıştı ama nafile. Artık onu durduramazdı, o da biliyordu.
Bridget dışarıya çıktığında temiz havayı soludu, dünyadaki belki de en güzel şeydi bu güzel hava. Ne kadar da seviyordu doğayı, çiçekleri, güneşi, hatta gülümseyen insanları! Annesiyle birlikte bahçede oturacağı günler çok yaklaşmıştı, bunun için de ayrı bir sevinçliydi.
Güneş çevresine altın sarısı bir ışık yayıyor; ağaç yapraklarının uçları sanki bu ışıkla yanıyormuş gibi titreşiyordu. Sokağı izliyordu bir yandan da Bridget, insanları izlemeyi ve neler yaptıklarını, hayattaki amaçlarını düşünmeyi çok severdi. Akşama yapılacak olan festivale gelecekler miydi acaba? Merak etmişti Bridget. Bazıları gelemezdi, biliyordu. Çalışanlar vardı, hem de çok çalışanlar. Hayat her zaman herkese eşit gülmezdi sonuçta.
Bridget yanından geçen bir kadına nazikçe gülümsedi, kadın da ona gülümsedi. Bu hareket Bridget'ın içini ısıtmıştı. Böyle bir günde nasıl ısınmazdı ki içi?
Ancak adımlarını ilerlettikçe bir şeyler yavaş yavaş değişmeye başladı.
İlk fark ettiği şey, kuşların sesinin giderek azalması oldu. Sanki biri havaya asılı melodiyi yavaşça kısıyordu. Önce birkaç serçe sustu, sonra güvercinlerin kanat çırpışları durdu. Bridget kaşlarını çattı. “Ne tuhaf,” diye fısıldadı kendi kendine. Belki de kendisi öyle düşünmüştü, kuşların sustuğu yoktu. Ya da belki de kuşlar hiç o kadar canlı bağırmamıştı bile. Emin olamıyordu. Fark etmemişti; insanları izlemekten, etrafı gözlemekten kuşlara vakit bulamamıştı.
Önemsememeye çalıştı, gidip festivali izlemek istiyordu ya da festivalin hazırlıklarını. Attığı adımlar çoğaldıkça ve kat ettiği yol arttıkça, yanındaki yoldaşları de kesilmişti sanki. Yavaşça gökyüzüne kaydırdı bakışlarını Bridget— bulutlar olması gerektiği gibi gökyüzünü süslüyordu ama garip bir biçimde sabitlerdi. Kıpırdamıyorlardı. Sanki dünya dönmeyi unutmuştu. Yoksa Léon Foucault ve sarkaçı yanılmıştı da dünya hiç kendi etrafında dönmemiş miydi?
"Saçmalıyorsun, Bridget," dedi kendi kendisine. "Saçmalamaya başladın. Kış ayı çetin geçti tabii... Ondan oldu böyle..."
Bridget merkeze doğru yürürken ayakkabılarının altındaki toprağın yumuşamaya başladığını hissetti. Çamur vardı yerde, renkli ayakkabılarını çirkin bir renge boyamıştı! Bridget bir an gördüğü bu görüntü yüzünden çığlık atmak istedi. Bir an önce bu pisliği kaldırması lazımdı ayakkabılarından, yoksa nasıl ilerleyecekti? Nasıl varacaktı merkeze?
Kafasını ayakkabılarından kaldırdığı sırada yüzüne bir serinlik çöker gibi oldu. Rüzgâr esmeye başlamıştı ama garipti; rüzgârın gelişiyle yapraklar hışırdamadı. Saçları bile savrulmadı. Sadece tenine işleyen o kuru soğuk… Bridget kollarını göğsünde kavuşturdu. Neler oluyordu böyle? Bir çeşit hastalık mı geçiriyordu? O kadar şaşırmıştı ki, ayakkabılarındaki çamuru bile unutmuştu. Bunca zamana kadar aldığı tahsiller boşuna olamazdı. Rüzgâr eserse, etrafta bir şeyler uçardı. Bunu bilmek için yüksek bir tahsile de ihtiyaç yoktu hem.
Yürümeye başladı tekrardan ancak adımları daha yavaştı şimdi. Bir şeyler değişmişti ama hâlâ tam anlamıyla neler olduğunu algılayamıyordu. Etraftaki evlerin renkleri daha soluk görünüyordu, oysa bu evlerin güzel renkleri olduğunu biliyordu Bridget. Birkaç evin pencereleri kapalıydı, sanki içerideki birileri dış dünyayı görmek istememişti. Görülmeyecek hava mıydı bu? Herkes bu güzel havaya şahit olmak isterdi.
İster miydi sahiden?
Uzakta, sokak lambalarının olmadığı bir sokağa girdiğinde, zemin taşlarının eski ve çatlamış olduğunu fark etti. Sanki yıllardır yenilenmemişlerdi. Bu nasıl olabilirdi ki? Bir duvarın köşesinde bir yazı çekti dikkatini ancak tam okunmuyordu. El yazısıydı ama eski bir yazıydı, neredeyse taşın içine kazınmış gibiydi. Bridget uğraş vererek okumaya çalıştı.
Exodus, 22:18.
Geriye doğru adımladı genç kadın. Okumaya o kadar dalmıştı ki, geri adımladığı anda havanın ne kadar kararmış olduğunu yeni fark etmişti. Gece olmuştu sanki, buz kesmişti etraf ve baykuşların bağırmalarını işitiyordu. Bridget eve dönmek istemişti, ağlamak ve bütün bu yaşadıklarını annesine anlatmak. Ancak hiçbirisini yapamadı. İçindeki o dürtü, onu merkeze gitmeye zorluyordu. Festivale gitmeye zorluyordu.
Hava bir anda kapanmazdı, bir anda gece olmazdı. Sabah çıkmıştı Bridget evden, gece olması için çok saat geçmiş olmalıydı ancak evi o kadar uzun değildi. Uzun olsaydı yürümezdi ki.
Ay, dalların arasından sızarak yolunu aydınlatmaya başladığı sırada Bridget, artık kendisinden daha emin hissediyordu. Yürümeye başladı, adımları festival alanına dönüktü. Taşlı patika yolda yürürken içinde ağırlaşan duyguları hissediyordu. Acaba hiçbir şey yanlış değildi de Bridget mı yanlıştı? Rüzgâr, yaprakların arasından geçerken kuru dallar seslerle birlikte bağırmaya geçiyordu ama doğanın sesinden çok daha güçlü olan bir şey duymuştu Bridget. İnsan seslerini işitmişti kulakları.
İlk önce belli belirsiz bir uğultuydu bu. Sonra netleşmeye başladı. Kadın çığlıkları, erkek bağırışları, kalabalığın kışkırtıcı tezahüratları… İç içe geçmiş, anlaşılması zor ancak ürkütücü olduğu her halinden belli olan bir senfoniydi bu. Bir kakofoni.
Bridget bir ara durdu, nefeslendi. O sırada aslında yalnız olmadığını, onunla aynı yöne ilerleyen insanlar olduğunu fark etmişti. Ancak bu insanlar farklıydı. Kendisine benziyordu ama kıyafetleri benzemiyordu. Tuhaflardı. Adamların çoğu, diz altında biten pantolonlar giymişti, ayaklarında tokalı ağır ayakkabılar vardı. Bazıları başlarında geniş kenarlı şapkalar taşıyordu. Kadınlar uzun etekli, yakaları boğaza kadar kapalı elbiseler içindeydi. Bazılarının ellerinde tespihler ya da haçlar vardı. Ancak asıl Bridget’ı merak ettiren şey yüz ifadeleriydi. Neden huşu ifadesi vardı ki yüzlerinde?
Yolda yürüyen ve elinde bir haç olan bir kadının yüzü Bridget’ın olduğu yöne doğru döndü. Kadının gözleri garip bir biçimde donuktu. Sanki bir yere bakıyordu ancak hiçbir şey göremiyordu, sanki Bridget’ın varlığını hiç fark etmemişti ya da fark etmiş olsa bile önemsememişti. Kadın, saniyeler içinde yanındaki erkek çocuğunun elini sıktı ve yürümeye devam etti. Çocuk götürülmek istemiyor gibi bir ifade takınmıştı.
Bridget, midesinin burkulduğunu hissetti. Bu insanlar nereye gidiyordu, bu yüksek sesler nereden geliyordu bilmiyordu. Ancak durmayacaktı, bu insan selini takip ederek gittikleri yere varmak istiyordu. Korkuyordu göreceklerinden ancak yine de gitmek istiyordu, içindeki bu dürtüyü bastıramamıştı.
Festival alanına yaklaştıkça sesler de netleşmişti. Artık bir kadının sesini duydu, diğer hepsinden çok daha netti. Onlara sesini geçirmeye çalışıyordu adeta. “Yapmadım!” diye haykırdı. “Tanrı şahidimdir! Ben hiçbir şey yapmadım!”
Kalabalığın sesini bastırır gibi bağırıyordu kadın. Ardından kalabalıktan, “Dinlemeyin onu!” diye sesler yükseldi. Bir başka adam, daha da fanatik bir halde, “Tanrı’nın adını ağzına alma!” diye bağırdı. Bridget yaklaştıkça sesler daha da anlaşılabilir oluyordu. “Tanrı’nın gazabı, lanetli ruhların üzerinde olsun!”
Festival diye anons edilen alan, bir panayır alanı değildi. Yaklaştıkça fark etti: bir idam töreni hazırlanıyordu.
İleriye doğru yükselen tahta bir iskele çekmişti Bridget’ın dikkatini. İskelede birisi vardı ancak yüzünü göremiyordu, insanlar görüş açısını kapatıyordu. Önce iskeleyi çevreleyen kalabalığa baktı. Çok öfkeli bir halktı bu, hiç bu kadar öfkelisini görmemişti Bridget. Bazıları ise dua ediyordu, ölecek olan kişinin ruhunun arınması için Tanrı’ya yalvarıyorlardı.
Kalabalığın en önlerinde duran tanıdık yüzler çekti dikkatini. Daha önce bu adamları görmediğine dair yemin edebilirdi oysaki Bridget. Siyah cüppeler içindeydi ikisi de birisi elinde kalın bir kâğıt tutuyordu, diğeri ise elinde bir meşale tutuyordu. Bridget, bu hiç görmediği iki adamın da ismini zihninin yankısı olarak hissetti. Jonathan Corwin. John Hathorne.
Jonathan Corwin’in elinin havaya kalktığını gördü Bridget, herkesi susturmak istermiş gibi bir havası vardı. “Tanrı’nın iradesiyle, huzurumuz için bu kadın asılacaktır! Şeytanla anlaşma yapanın cezası iptir!” diye bağırdı gaddar bir soğukkanlılıkla.
İskeleye birisinin daha çıktığını gördü o sırada Bridget. Tanıdık bir sima daha. Hayatında daha önce hiç görmediği ancak ismini bildiği bir adam daha. George Corwin. Bridget neler olduğunu anlayamıyordu.
George’un elinde bir ip vardı ve sessizce gözleri iskeledeki kişiye kayarken, elleri bir yandan da hazırlanıyordu.
Bridget’ın boğazında bir yumru oluştu. İçine açıklayamadığı bir korku çöktü. Kalabalığın arasında sıkışırken, gözleri bir anlığına karşı iskelede asılacak olan kişiye kaydı. Bu bir kadındı. Yüzünü göremiyordu ama elleri bağlıydı, dizlerinin titrediği uzaktan bile belliydi. Kim bilir ne kadar da korkuyordu kaçınılmaz olana gittiği için.
“Ben bir cadı değilim. Bunu biliyorsunuz,” dedi kadın o sırada. Sesi titrek ama kararlıydı. Bu kadının konuşmaya başlamadı bir anlığına kalabalığı susturmuştu. “Masumum ben. Ruhumu Tanrı bilir!”
Bridget, sonunda bir meşalenin ışığının kadının yüzüne odaklandığını gördü. Kafasını yavaşça onu görebileceği kadar eğdi ve sonunda, yüzüne odaklanabildi. Yüzünü gördüğü ilk andı.
Aslında değildi.
Karşısındaki kadının yüzü kendi yüzüydü aslında. Bridget’ın içi buz kesti. Bu sabah evden çıkmadan önce gördüğü yüz karşısındaydı; sabah aynadan kendisine baktığı gözleri, şimdi yine kendisine bakıyordu ama bu kez kalabalığın önündeydi. İdam sehpasındaydı. Ölecekti birazdan. Gözlerini kırptı, birkaç saniye kapattı gözlerini ve gördüğü bu şeyin saçmalık olduğunu tekrar etti kendisine. Ancak gözlerini açtığında, aynı sahne tekrardan karşısındaydı. Hatta artık geç bile kalmıştı çünkü George Corwin, ipi Bridget’ın aynısı olan kadının boynuna geçirmişti bile.
Jonathan Corwin, “Bridget Bishop,” diye haykırdı bir kez daha. “Salem mahkemesi tarafından ölümle yargılandınız. Suçunuz, Tanrı’ya karşı gelmek, cadılıkla ruhları baştan çıkarmak ve Şeytan’la anlaşma yapmak.”
İsminin yankısını duymak, Bridget’ın boğazını kuruttu. Kalabalığın uğultusu bir anlığına kulaklarından silinmişti. Tam anlamıyla yalnızca dünyada kendisi kalmıştı sanki. Kendi boğazındaki urganı izlerken kadının tekrardan dudaklarını araladığını gördü.
“Ben masumum!” dedi son kez. “Cadılık hakkında hiçbir şey bilmiyorum.”
Ay o son saniyede bulutların arasından çıkarak etrafı aydınlattı.
Ve ip, aşağı çekildi.
Urganda asılan Bridget çığlık atmadı, diğer Bridget ise, elini ağzına götürmekle yetinmek zorunda kalmıştı. Kalabalık çıldırmıştı. Kimileri bağırıyordu, kimileri sevinç çığlıkları atıyordu. Bu kalabalık arasında bir tek Bridget sessizdi. Kendi kendisinin ölümünü izlemişti.
Artık 1892 senesine ait değildi, artık 1692 senesine de ait değildi.
Hiçliğe ait olan bir hayalete dönüştüğünü fark etti.