Sokaklar bomboş, hava kapalıydı ve gri bir örtü gibi tüm şehri sarmıştı. O karanlık gökyüzü gün bir
daha hiç aydınlanmayacak gibi hissettiriyordu bana. Metrodan eve çıkan yokuşu tırmanırken ceketime iyice sarınmıştım. Soğuk, havayı delip geçiyor, her adımda daha da derinleşiyordu. Eve giden yolu
her gün biraz daha uzatmaya çalışsam da ihtimaller azalır olmuştu son günlerde. Birlikte gittiğimiz
o marketin önünden geçmemek için bazen üst, bazen alt sokağından dolanıyordum. Kapısında bizi
bekleyen turuncu kedi hala orada mıydı, başkalarını da evlerine kadar takip edip tüm gece kaloriferde
uyukluyor muydu merak ediyordum. Sabahları kapının önünde miyavlayarak dışarı çıkmak istemiyor tabi artık. Eskiden şikâyet ettiğim gibi uykumu bölmesini çok istesem de gözlerimi kapattığımda
gördüğüm kabuslar yüzünden yatağa kim bilir kaç gecedir uğramamıştım. Kapısı aylardır bozuk olan
apartmanımıza geldiğimde de nefesim kesiliyordu. Hala alışmış değildim anahtarını elimde sıkıca
tuttuğum eve yalnız girmeye. Oysa daha birkaç hafta önce ısınması için birbirine sürttüğüm ellerimle
heyecanla sokağın başına bakıyor, kulaklığımdaki sesi gelir de duymazsam diye hep kısıkta tutuyordum. Evimizse buradan bakınca artık grileşmiş perdeleriyle cansız, soluk bi’ pencereden başka
bir şey değildi. Mermeri kırık dökük merdivenleri tek tek çıkıp eve girdiğimde beni her zaman kapı
eşiğindeki terlikler, telvesi sertleşmiş kahve kupaları karşılıyordu. Eşyalar tam da o gün bıraktığı gibi
duruyordu. Masanın altına yuvarlanan renkli kalemlerden birinin mürekkebi halıya yayılmış, etrafa
saçılan çizimler çoktan bardak altlığı kıvamına gelmişti. Artık hiçbirinin bir önemi yoktu. Burada
neden yalnız olduğumun hesabını sormayı bırakalı çok olmuştu çünkü cevapsız kalan her sorunun
ağırlığı, zihnimde dönüp duran anlamsız bir yankıya dönüşmüştü. Günler geçtikçe bu durumu sorgulamak yerine onunla yan yana yürümeyi öğrenmiştim. Sanki cevapsız kalan tüm sorularım, kendini
usulca çekilmiş bir sisin ardında yitirmişti. Bazen sessiz sedasız biterdi. Sen neler olduğunu anlamaya
çalışana kadar günler geçer, kendinden başka kimseyi suçlayamaz hale gelirdin. Terk edilmekte, hayal
edilen gelecekte kendine yer bulamamakta hiçbir sorun görmez ve sessizce hayatını yaşamaya devam
ederdin. Ben uzun süredir kendime onun ağzından bahaneler uydurup, kendimi bunlarla teselli ediyordum. Bazen aptalın tekiydim, bazen gözümde büyütürdüm. Bazen tüm hayatımı buna adamış gibi
hissederdim. Önce kalbimden, sonra aklımdan verdim. Geriye kendimden hiçbir şey kalmadı. Nefesim bile buharlaşıp gidiyordu sanki bu küçücük evde. Koltuğa uzanıp gözlerimi kapatıyor ve kaçtığımı
sanıyordum. Kaçtığımı sandığım tüm düşünceler çoktan dağılmış evimizde, ki artık benim için evden
çok huzursuz ve ruhsuz dört duvardan ibaretti, bir şeylerin altından çıkıp geliyor, gözümün her zamançok sevdiğin solmuş menekşelerinde takılı kalmasına sebep oluyordu.
daha hiç aydınlanmayacak gibi hissettiriyordu bana. Metrodan eve çıkan yokuşu tırmanırken ceketime iyice sarınmıştım. Soğuk, havayı delip geçiyor, her adımda daha da derinleşiyordu. Eve giden yolu
her gün biraz daha uzatmaya çalışsam da ihtimaller azalır olmuştu son günlerde. Birlikte gittiğimiz
o marketin önünden geçmemek için bazen üst, bazen alt sokağından dolanıyordum. Kapısında bizi
bekleyen turuncu kedi hala orada mıydı, başkalarını da evlerine kadar takip edip tüm gece kaloriferde
uyukluyor muydu merak ediyordum. Sabahları kapının önünde miyavlayarak dışarı çıkmak istemiyor tabi artık. Eskiden şikâyet ettiğim gibi uykumu bölmesini çok istesem de gözlerimi kapattığımda
gördüğüm kabuslar yüzünden yatağa kim bilir kaç gecedir uğramamıştım. Kapısı aylardır bozuk olan
apartmanımıza geldiğimde de nefesim kesiliyordu. Hala alışmış değildim anahtarını elimde sıkıca
tuttuğum eve yalnız girmeye. Oysa daha birkaç hafta önce ısınması için birbirine sürttüğüm ellerimle
heyecanla sokağın başına bakıyor, kulaklığımdaki sesi gelir de duymazsam diye hep kısıkta tutuyordum. Evimizse buradan bakınca artık grileşmiş perdeleriyle cansız, soluk bi’ pencereden başka
bir şey değildi. Mermeri kırık dökük merdivenleri tek tek çıkıp eve girdiğimde beni her zaman kapı
eşiğindeki terlikler, telvesi sertleşmiş kahve kupaları karşılıyordu. Eşyalar tam da o gün bıraktığı gibi
duruyordu. Masanın altına yuvarlanan renkli kalemlerden birinin mürekkebi halıya yayılmış, etrafa
saçılan çizimler çoktan bardak altlığı kıvamına gelmişti. Artık hiçbirinin bir önemi yoktu. Burada
neden yalnız olduğumun hesabını sormayı bırakalı çok olmuştu çünkü cevapsız kalan her sorunun
ağırlığı, zihnimde dönüp duran anlamsız bir yankıya dönüşmüştü. Günler geçtikçe bu durumu sorgulamak yerine onunla yan yana yürümeyi öğrenmiştim. Sanki cevapsız kalan tüm sorularım, kendini
usulca çekilmiş bir sisin ardında yitirmişti. Bazen sessiz sedasız biterdi. Sen neler olduğunu anlamaya
çalışana kadar günler geçer, kendinden başka kimseyi suçlayamaz hale gelirdin. Terk edilmekte, hayal
edilen gelecekte kendine yer bulamamakta hiçbir sorun görmez ve sessizce hayatını yaşamaya devam
ederdin. Ben uzun süredir kendime onun ağzından bahaneler uydurup, kendimi bunlarla teselli ediyordum. Bazen aptalın tekiydim, bazen gözümde büyütürdüm. Bazen tüm hayatımı buna adamış gibi
hissederdim. Önce kalbimden, sonra aklımdan verdim. Geriye kendimden hiçbir şey kalmadı. Nefesim bile buharlaşıp gidiyordu sanki bu küçücük evde. Koltuğa uzanıp gözlerimi kapatıyor ve kaçtığımı
sanıyordum. Kaçtığımı sandığım tüm düşünceler çoktan dağılmış evimizde, ki artık benim için evden
çok huzursuz ve ruhsuz dört duvardan ibaretti, bir şeylerin altından çıkıp geliyor, gözümün her zamançok sevdiğin solmuş menekşelerinde takılı kalmasına sebep oluyordu.