Elinde bavuluyla Almanca konuşulan bir kente gelmişti. Almanca konuşulması dışında kentin ne olduğunun çok bir önemi yoktu kendisi için. Almanca bilen kişiler için
şehrin ne olduğunun pek bir önemi kalmıyordu; çünkü artık her yer ya eviydi ya da
bir iki sene içinde evi oluyordu. Almanca bilmeyen kişi için de şehrin ne olduğunun
önemi aynı ölçüde önemsizdi. Önce Almancayı öğrenirdi kişi, sonra orayı evi yapardı.
Yani zaman ve insan zihni ittifakına yenilmeyecek bir mekan kalmamıştı. O yüzden
olsa gerek, sadece bu bilgilerle öylece dikiliyordu. Gideceği yeri bilmemesinin sebebi,
geldiği yeri de bilmiyor oluşuydu.
Boş raylara kanıt ararcasına baktı. Kanıt arıyordu, çünkü buradan bir tren geçip geçmediğini gösterecek tek şey belki de bu raylardaki aşınma idi. Üzerlerindeki yağlı kire
ve keskin sayılabilecek renk farkına bakılırsa buradan belli aralıklarla tren geçiyordu.
Ancak mevzu ne sıklıkla geçtiğiydi. Mekanı yenen muzaffer komutan zaman, her ne
kadar herkese farklı muamele gösterse de belirli bir kuralı da vardı. Yani terazisi aşırı
hassastı; hatta o kadar hassastı ki bazen insan zihnini bile kendine düşman edebiliyordu. Zaman adildi kıymetli okur, zihin kıyak istiyordu. Zaman kendisini bu trenin
raylarında da göstermişti. Bunu göremeyen zihnindi suç.
- Ne kadar bekleyeceğim?
- Ne kadar saçma bir soru…
- Neresi saçma? Sen zamansın, açıklasana bileyim.
- Neden beklediğini söylersen açıklayacağım.
- Trene binmek için…
- Tam olarak 4 dakika 56 saniye sonra bineceksin. Peki ama neden trene bineceksin?
- Gidiyorum çünkü…
Gidiyordu çünkü… Tek yoldaşı olan zamanla ara ara kavga ederek gidiyordu.
Zamanla aynı anda baktılar bavula. Cennetmekan Einstein ve Planck’ten beri enerjiyi
çok iyi bilen zihin ve söz konusu bilim insanlarının neredeyse takıntısı haline gelmişzaman birlikte uzun uzun baktılar bavula. Merhum bilim insanları ve feylesofların
söylemlerinin rahatlıkla çözebildiği ve çözebileceği problemler bavulun içinde duruyordu. Schrödinger etkisi olmasın diye olsa gerek, bavulun içi görünüyordu.
Problemler oradaydı, ya da en azından gözlemlenebilirdi. Ancak mevzubahis bilim insanlarının bile çözemediği problemler de o çantanın içindeydi.
Sanki Loki İskandinav mitolojisinden fırlamış da enselerindeki tüyleri çekmiş gibi irkilip
birbirlerine baktı zaman ve zihin. O çözülemeyen problemler bu yolculuğun sebebiydi.
Zamanın kendini unutturduğu dönemde, çektiği acıyı anlatamamanın yarattığı acıyla, belki
de bu acının tek ilacı tarafından zehirlenmişti. Tahmin odur ki, bu trenle cennete ya da cehenneme gidiyordu. Gittiği yerin hangisi olacağını belirleyen şey, orada kendisini ifade edip
edemeyeceği idi elbette.
Güzeldi bavuldaki bilimsel ve felsefi problemler. Öyle ya da böyle, çözülüyordu. Ama zamanı unutturan, “aman iyidir, aman çok güzeldir, onsuz hayat yaşanmaya değmez” gibi zırvalarla göklere çıkarılan problemler, çözülmesi zor problemlerdi.
Zihin döndü zamana tam o anda. Ondan bir bavul istedi ama bu sefer içinin görünmesini
istemedi.
- O problemleri o bavula gömersen yok olmayacaklar ki. Dönüp bakarsan yine var
edeceksin onları.
- Olsun. Ben de bakmam.
- Ya bavul patlar da senin evrenini sadece bu problemlerden ibaret hale getirirse?
- Daha iyi ya… O zaman üzerinde durulmaya değer bir problem haline gelirler.
Gar müdürü Freud mutlu mutlu güldü yukardan. Açtı mikrofonu;
- Olur mu lan öyle şey… dedi.
Zaman bu cümleyi “Tren ertelendi” diye anladı. Zihin hiç gelmeyecek sandı. Aldılar bavulları, başka bir gara yürüdüler.