Kan gerçekten sıcakmış.
Bunu nereden bildiğimi sormayın. Tabii, bunu okuyacak kimse olmadığı için kimse
bana bir şey sormayacaktır ancak ben yine de uyarayım. Mutlaka birisi duyar çağrımı.
Ancak siz yine de sormayın.
Ben neler döndüğünü anlatmadan önce sakinleşmek için kendime bir an tanımam lazım. Evim hâlâ buz gibi, sobayı yakamadım fakat az önce dokunduğum kanın sıcaklığı
ellerimden hâlâ ayrılmadı. Kan kurudu fakat sıcaklık kurumadı, onu orada hissetmeye
devam ediyorum. Tüm bedenimi ısıtmak için o kanı vücuduma sürebilirim belki de
fakat öyle dolaşamam, insanlar neler döndüğünü kolayca anlar. Bana kalırsa insanlar aptal fakat gözlerinin önündeki kanla dolaşan bir kadını göremeyecek kadar aptal
değildir herhalde kimse. Bilmiyorum. Tanıdığım tek kişi kocamdı ve bir de oğlum. Bir
de yan komşumuz var, ismi Camille. Tatlı bir kadın, kocasıyla yaşıyor ancak ben kocasını hiç görmedim. Zaten bana ne ki Camille’nin kocasından? Ben yalnızca Camille’yi
tanıyorum mahallemizden. Sevdiğim bir arkadaşım.
İnsanlara arkadaş demeyeli çok olmuş ancak bunun ne anlama geldiğini tam olarak bilmiyorum. Çocukluğumda bir köpeğimiz vardı, babam ismini Cortez koymuştu. Annem
o köpeğin arkadaşım olduğunu söylerdi fakat Camille bir köpek değil. O halde Cortez
mi arkadaşım değildi? Ayrım yapamıyorum ancak bundan kime ne zaten? Benim bugün kocam öldü. Düşüneceğim şey Camille olmamalı.
Evim çok yalnız şimdi, içeride hiç ses yok. Ne zamandan beri böyle bilmiyorum. Sanırım oğlumuz büyüdüğünden beridir bu şekilde çünkü son zamanlarda Frederic Henry,
yani oğlum eve gelmiyordu bile. Genç değil mi işte? Hepsinin kanı kaynar. Bu arada
sanmayın ki sürekli oğluma tüm ismiyle hitap ediyorum! Birçokları ona yalnızca Frederic derim.
Benim de günlerim Camille ve on dört yaşındaki kızı Rose ile örgü örmekle geçiyordu o
zamanlar. Sonrasında da kocam Alec için yemek hazırlıyordum. Günler böyle sürüp gidiyordu bizim için ama mutluyduk. Tabii, şimdi bana soracaksınızdır mutlaka mutluluğun ne olduğunu. Ben de bilmiyorum, öyle şeylerle de ilgilenmem zaten. Anı yaşamak
sanırım mutluluk. Ha, bir de sevdiğin işleri yapmak mutluluk olabilir. Yemek yapmayı
seviyorum, bu yüzden bana mutluluk veriyor ama sobanın çöplerini boşaltmayı sevmiyorum. O işi Alec yapmalı bence bir erkek olarak.
Ama öldü. Unutmuşum. Sanırım benim birazdan sobayı dökmem gerekecek.
Neyse işte, günler böyle geçip giderken Alec bir gün bana bir şeyler söyledi. Harp
mi ne çıkmış ama öyle böyle değilmiş bu seferki. Bizim alışık olduklarımızdan da
farklıymış. “Bana ne?” dedim. Haklıydım da. Örgü örmemi engelleyecek bir durum
yoktu sonuçta ortada.
“Ama öyle deme, Ophelia, bu harp herkesi etkileyecek sanki!” demişti Alec. Bahsetmedim ancak ismim Ophelia gerçekten de. Ne demek bilmem, babam bir tiyatrocudan mı ne koymuş işte. Fazla meraklıydı böyle şeylere.
“Beni etkilemez. Oyalama beni, yemek hazırlamam lazım, her an Frederic gelebilir,”
diyerek uzaklaşmıştım oradan. Sonuçta benim gibi bir kadını neden etkilemeliydi
ki? O zamanlar öyle düşünmüştüm ama beni de bayağı etkiledi. Hükümet bizden
hep yardımlar istedi ama onları ileride anlatayım.
Yemeğe Frederic de gelmişti, üçümüz güzelce yemeğimizi yedik fakat konuşası tutan
kocam yine gecemizi mahvetti, bu kez konusu harpti. Frederic ise bu konuyla çok
ilgiliymiş gibi duruyordu, sürekli babasına yeni sorular yöneltiyordu. Huzur timsali
olması gereken güzel evimde ve soframda neden harp hakkında konuşuluyordu?
Bunu hiç beğenmemiştim. Fikrimi söyleyecek gibi oldum ancak sonrasında bundan vazgeçtim. Alec bana hep kızardı böyle şeylerde.
Ah, zavallı Alec. Onun bir daha bana kızamayacak olması ne acı! Harpın sonunu
bile göremedi. Kimin kazandığını bilmiyor şimdi. Benim öyle şeylere ilgim yok zaten, söylemem gerekseydi bile söyleyemezdim. Ancak Frederic söyleyebilirdi! Frederic… Canım oğlumu aylardır görmüyorum. Ne kadar zamandır onunla karşılıklı
çay içemedik. Onun en sevdiği şey sütlü çaydır. Şimdilerde sütlü çay için malzeme
bulmak bile zor.
O gece yemekten sonra her şey düzene girer, bir daha bu harp konuşmalarını işitmem sanmıştım ancak daha fazla yanılamazdım. Bir gün sonra dışarıya çıktığımda
insanların tek konuştuğu konu buydu. Daralmıştım doğrusu, bir an önce kendimi
güvende hissettiğim evime dönmek istemiştim. Askerlerin geleceği konuşuluyordu
şehre, yaşı uygun olan herkesi savaşa çağıracaklarının dedikodusu dönüyordu. Bu
habere kulaklarımı tıkadım. İstemiyordum böyle saçmalıklar işitmeyi! Askerler gelecek ve benim oğlumu benden alıp savaşın soğuk kollarına mı götürecekti? Asla izin
vermezdim buna. Ancak benden izin istemediler. Bu haberi duymamış gibi yaptım, iki gün boyunca
bu haberi bilmiyormuş, hiç benim ziyaretçim olmamış gibi davrandım ancak öyle
olmadı. Askerler kapımıza falan dayanmadı, hayır. Keşke öyle olsaydı, en azından
direnirdim! Komşularımızdan birkaçı direnmişti çünkü, izin vermemişti oğullarını
ve kocalarını geçip almalarına. Benim başıma daha fenası geldi. Çok daha fenası.
Akşam yemeğine oturmuştuk, ben onlar için patates hazırlamıştım. Kolay değildi
patates bulması, savaştan sonra her şey ateş pahası olmuştu. Ancak yine hepimiz bu
sofradaydık, yine mutlu bir aile tablosunu andırıyorduk. Frederic tek evladımızdı,
oysa ondan önce üç çocuğum daha olmuştu fakat hiçbiri bu adaletsiz dünyaya tutunamamıştı. Ruhlarının hep bizimle olduğunu biliyordum. Ben de onlara veremediğim sevgiyi ve alakayı vermiştim oğlum Frederic’e.
“Şehirde haberler çok kötü, harp kötüleşiyor diyorlar,” dedi Alec. Savaşa gidemeyecek durumdaydı çünkü bacağı sakattı. Daha önce gittiği bir muharebede kurşun yemişti bacağına. Onun yaşaması için ne kadar dualar etmiştim! Bizi bırakması bizim
felaketimiz olurdu.
Şu anda ise mutfakta öylece yatıyordu. Ölmüştü. Ölüşünü izlemiştim ve bu kez dua
etmemiştim.
“Bu masada artık böyle şeyler konuşmayın,” dedim sert bir sesle. Her ne kadar beni
dinlemeyeceklerini bilsem de söylemiştim bunu. Bir annenin ve endişeli bir kadının
feryadıydı bu. Erkekler kadınları önemsemezdi ama. Buna çokça kez şahit olmuştum, çok kez yaşamıştım. Yine beni dinlememişlerdi. “Askerler savaşa gidecek insanlar aramaya başlamışlar, tek tek dolaşıp götürüyorlarmış savaşa katılmak istemeyenleri,” dedi Frederic. Sesi her zamankinden de yumuşak çıkmıştı. Ben onun da gitmek istemeyeceği için böyle konuştuğuna inanmıştım.
Çok aptal olabiliyordum bazı durumlarda! “Orduya katılmaları için gönüllüleri
toplamaya başlamışlar burada da.”
“Bu saçmalık. Kimse orduya katılmak, ölmek istemez,” demiştim kendimden emin
bir şekilde. O anı çok net hatırlıyordum. “Gerçekten, imparatorumuz o kadar istiyorsa kendisi gitsin bakalım savaşa!”
“Kes sesini,” diye bağırmıştı Alec bana. Ne kadar aptalca ne kadar cahilce bir cümle
kurduğumu o an anlayamamıştım ama şimdi görebiliyordum. Bir insan, koskoca
kralları için böyle pervasızca bir cümle nasıl kurabilirdi? Ancak endişe tüm algılarımı kapatmıştı o anda, bilememiştim. “Kralımız George hakkında konuşmak
senin gibi aşağılık bir kadına mı kalmış?”
Hemen ağzımın payını almış ve susmuştum. Yemeğimize en azından daha fazla
olay yaşanmadan devam etmek istemiştim. Birlikte son yemeklerimizdi bunlar,
cehennemin kapılarının aralanıp üstümüze felaketler yağdırmadan yediğimiz son
yemeklerdi. Tabii, bunu henüz ben bilmiyordum.
Uzun süren bir sessizlikten sonra, “Ben savaşa katılmaya karar verdim,” demişti
Frederic. O anda nasıl hissettiğini nasıl açıklasın bu kadın? O kadar kelime bilmiyorum. Bir defasında, attan düşmüştüm, kolum çok kötü yaralanmıştı. Frederic’in
kurduğu ve karşısındaki öldürmeyi amaçlayan bu cümleler, benim canımı o düşüşten çok daha fazla yakmıştı. Nasıl becermişti anlayamamıştım, hiçbir yerimde fiziksel bir hasar yoktu. Yalnızca kalbim ağrımıştı, bu ağrı sanki katı bir haldeydi.
“Gönüllü oldum. Askerliğe kabul edildim.”
“Hayır, olmaz oğlum!” diye bağırmıştım hemen. Yüreği parçalanan bir annenin feryadıydı benimki. İstememiştim oğlumun gitmesini, o gittiğinde dünyam tamamen
kararacaktı çünkü. “Yapma bunu, gitme!”
“Sen ne anlarsın?” diye sordu o sırada Alec. Daima önem verirdi çünkü bu konulara, ülkemizin diğer tüm ülkelerden daha iyi olduğunu savunurdu. Bizim ülkemiz
en iyisidir, hem de her konuda, diye diretiyordu. Askerî açıdan ve teknolojik açıdan
ve sosyal açıdan ve ekonomik açıdan, falan diye sıralayıp duruyordu. Ben farklarını
anlamazdım ki, en iyisi olsak ne olurdu? Yaşıyorduk ya işte, yetmez miydi? “Oğlumuz şanlı ülkemizi savunmak için, düşmanlarımızı ezmek için savaşa gidecek.
Senin gibi cahiller bunu anlamaz! Elbette gidip ülkesini savunmalı!” Bu ülke savunması değil ki, oğlumuz başka ülkeye gidecek! Tüm dünya değil mi
savaşta? Biz girmeseydik de olurdu. Kimse bizim ülkemizi tehdit etmedi,” demiştim kendimi tutamadan. Evet, okuyanlar -ki eminim sadece Camille okuyordur,
benim tek arkadaşım,- benim nasıl bu kadar terbiyemi aşarak konuştuğumu anlayamayacaktır. Ben de anlayamamıştım. Normalde tek kelime edemeyen benim
dudaklarımdan bu sözler döküldüğünde, şeytanın gölgesinin üstümde olduğunu
hissetmiştim. “Oğlum savaşa gidecek benim, tek oğlum. Anneyim ben.”
Sonrasını tabii ki herkes tahmin edebiliyordur. Yediğim tokat o kadar ağırdı ki, bu
olayın üstünden aylar geçmesine rağmen acısını hâlâ hissediyorum. Ah, söylemeyi
unuttum. Sanırım kanın sıcaklığı çoktan söndü ve gitti. Bir tek elimdeki ağırlığı
kaldı şimdi, onu yıkamam lazım çünkü sobayı boşaltmak için evden ayrıldığımda
ellerim böyle gözükmemeli. Hem sütlü çay da hazırlamam lazım belki oğlum da
gelir. Keşke şu yazıyı çok daha sonra yazmaya başlasaydım. Şimdi bırakamıyorum
da yazmayı. Çok nadir yazarım, sevmez kocam zaten benim bunlarla uğraşmamı.
Ancak şimdi ölü, doğru. Zavallı Alec. Sakın senin sevmediğin şeyleri yapmak için
senin ölmeni beklediğimi sanma. Bilerek yapmıyorum, sevgilim.
Bir an önce bu yazıyı bitirip kalksam çok iyi olacak. Daha akşam yemeğini bile
yapmadım! Savaş yakında bitecek diyorlar, bütün ülkeler yavaş yavaş çekilmeye başlamış duyduğuma göre. Belli ki ülkemiz yakında yeniden eski zenginliğini
bizimle paylaşmaya başlayacak. Oğlum da gelir hem o zaman. Bu harp gerçekten
bitsin istiyordum. Ancak ben en son, oğlumun gitme kararı almasında kalmıştım,
değil mi? Oradan devam edeyim en iyisi, konuyu dağıttıkça aptal ellerim saçmalıkları doldurmaya devam ediyor bu kâğıdın üzerine.
Frederic tüm itirazlarıma rağmen askere gitti. O gittikten sonra tüm dünya kararmıştı adeta. Nasıl geçti vakitlerim bilmiyorum. Önce birkaç hafta sürer sandım
ama Camille, bu savaşların birkaç haftada bitmeyeceğini söyledi. Çok daha uzun
sürermiş. Ama ben nereden bilebilirdim? Aylar geçti, sonra da yıllar oldu. Üç sene geçmişti belki de dört. Tam tarihleri hatırlayamayacak kadar yorgunum şimdi. Her
şey benim için çok kötü geçiyordu o zamanlarda, hatırlamak istememem çok doğal
karşılanmalıdır!
Oğlumun gelmesini bekliyordum, hazır savaş da bitmek üzereydi. Daha dün gece
yaşandı olanlar, kış erken geldiği için Alec sobaya yeni odunlar atıyordu. Ben de o
sırada örgü yapmakla uğraşıyordum. Frederic için kalın bir kazak yapmıştım, onun
için yaptığım bilmem kaçıncı şeydi! Sonra kapı çaldı. Dört kez. Ne eksik ne fazla.
Sanki biri ezberlemiş gibi. Biliyordum, oğlum gelmişti işte. Akşam yemeğine yetişmişti! Hem onun için sütlü çay yapabilirdim de sonra. Saat geçmişti ama o istese,
ben hemen yapardım. Seneler geçmişti oğlumu görmeyeli sonuçta.
Alec duymuştu ancak o gitmemişti açmaya. Ben gitmiştim kapıya. Hızlıca koşmuştum hatta, Alec’in bile gözleri bana dönmüştü. “Frederic geldi,” demiştim ona
sevinçle.
“Ophelia,” demişti Alec’in sesi. Beni uyarır gibi çıkmıştı ama beni neyden uyarmaya çalışıyordu ki? Canım oğlum gelmişti. Adımlarımın nereye gittiğini duymadan koşmaya başladım. Kapıyı açtığım anda nasıl olduğunu bilmesem de Alec
de arkamda bitmişti. Kapıyı mutlulukla açtığımda karşımda tanımadığım birisini
gördüm. Oğlum değildi. Üzerinde tozlu bir üniforma vardı bu kişinin. Merhametli
bir uzaklık ifadesiyle bakıyordu bana. Oğlumun gelmesi gereken zamanda gelen bu
kişi de kimdi böyle? “Bayan Whitmore? Bay Whitmore?” dedi, sesi beklenenden yumuşaktı. İkimize de
neden seslenmişti anlamadım ancak benim soyadım bu olduğu için başımı salladım. Asker şapkasını çıkardı, eli titriyordu. Cebinden, ipi dolanmış küçük bir metal
nesne çıkardı. Parmaklarıyla açtı. Bu metal parçasının parlaklığı solmuştu. Ancak
yine de bana uzattı. Neye uzandığımı bilemeden elinden aldım.
Metal parçasının üstünde F. H. W. yazıyordu, hemen altında ise 1914 sayısı ve ülkemizin adı yazıyordu. Kafamı kaldırıp genç duran çocuğa baktım. Ben bunun ne
olduğunu anlamamıştım ama Alec çoktan anlamış gibiydi. Oğlumuzun adının baş
harflerinin üstünde olduğu bu metal parçasını neden getirmişti ki bize?
“Frederic… Geçen ayın sonunda, kuzey hattına yapılan bir saldırı sırasında hayatını kaybetti, efendim,” dedi asker çocuk. “Cesedi, siperin çökmesiyle göçük altında
kalmıştı. Yaklaşık bir hafta önce çıkarabildik. Şu anda Arras’taki toplu anma bölgesinde tutuluyor. Aile onayıyla nakil sağlanacak. Ancak kimliği... bu künye sayesinde
doğrulandı. Çok üzgünüm.”
Elimle havayı yokladım. Bir yere tutunmak istedim ama duvar yoktu, sandalye yoktu, Alec yoktu. Her şey çok uzaktaydı sanki. Sanki hiçliğin ortasında dikiliyordum,
yanı başımda kimse yoktu. Elimdeki metal parçası bir anda buz kesti. Soğuktu. Çok
soğuktu. Oğlumun elleri gibi değildi. Onun teni gibi sıcak değildi.
“Yalan,” dedim soğuk bir sesle. “Hayır. O ölmedi. Frederic ölmez. Gelecek o.” “Hayatım...” dediğini duymuştum Alec’in, sesini ilk defa bu kadar sakin duyuyordum. Benimle asla bu kadar sıcak bir tonda konuşmazdı. Kolunu bedenime sarmıştı ancak ben yine de boşlukta sürükleniyordum. Yine tutunacak hiçbir yerim yoktu.
“Frederic öldü. İtiraz etme, oğlumuz ülkesi için savaştı ve öldü. Gururlu olmalıyız.”
“Hayır!” diye bağırmıştım yüksek bir sesle. Bu kez sesim delici bir bıçak haline bürünmüştü. Normalde sesimi bile yükseltmeyen ben, o anda çığlık çığlığa ağlamak
istemiştim. Neden böyle düşündüğümü de anlayamıyordum. “Hayır. Beni duydunuz. Benim oğlum yaşıyor! O ölmedi!”
Düne bakıyorum da yine ne kadar aptalca bir hareket yaptığımı anlıyorum. Oğlum
ölmemişti, hâlâ savaştaydı ve bittiği anda geri gelecekti. Neden böyle bir tepki vermiştim? Şu anda düşündüğümde anlayamıyordum. Bir an önce bu yazıyı bitirmek
istiyorum zaten, hem işlerimi hallettikten sonra örgümün başına yeniden oturabilirim. Bitirmem lazım Frederic gelmeden.
,
Bağırdıktan hemen sonra ise elimdeki künyeyi yere atmıştım. Zemine çarpınca
çıkan o kuru ses, içimi bıçak gibi kesti. Alec eğilip almadı. Ben de almadım. Karşımızdaki asker de almadı. Ben sonuçta biliyordum. O yerdeki şey, Frederic değildi. Oğlum hâlâ yaşıyordu. Ben biliyordum çünkü. Hissediyordum nefes aldığını.
Ölseydi de hissederdim. O benim oğlumdu.
Sonrasını hatırlamıyorum. Neler oldu, neler bitti bilmiyorum. Sağlığımla alakalı
bir problem yaşadığımı varsayıyorum çünkü bayıldım. Alec beni düşmeden tuttu
ancak tutmasaydı da hissetmezdim zaten, çok güzel bir uykuya dalmıştım. O gece
deliksiz uyudum diye düşünüyorum, uykumu hiçbir şey bölemedi. Hatta rüyama
Frederic bile geldi, bana ölmediğini söyledi. Ben zaten emindim ki, hiçbir kanıt
görmeme gerek yoktu. Sonra bu sabah oldu. Uyandım, hemen kahvaltı hazırlamam gerektiğini biliyordum.
Oğlumu seneler sonrasında ilk defa rüyamda gördüm ben dün gece sonuçta. Hemen
mutfağa gittim ama Alec oradaydı. Sofrada oturuyordu, normalde Frederic’in oturduğu yerde hem de. Sonrasında ise beni gördü, ayağa kalktı.
“Ophelia,” dedi bana. “Bunu kabul etmelisin, kabul et.”
“Ne kabul edeceğim, Alec?” diye sordum. Sessizliğin içinde sesim boğuluyor gibiydi.
Onun benim aklımla oynamasına daha fazla izin vermemek amacıyla tezgâha doğru
yürümüştüm ve bıçağı elime almıştım. Ne yemek yapacağımı düşünmüştüm bir süre
ama Alec benim düşünmeme izin vermemişti. Erkekler zaten hep kadınlara ayak
bağı olurdu.
“Frederic öldü. Ben biliyorum, sen biliyorsun,” demişti bana. O anda anladım aslında. Aptal olan ben değildim ki, aptal olan oydu. Oğlumuzun öldüğüne inanmak
düpedüz aptallıktı!
“Alec…” demiştim fısıltıyla. Hâlâ ona dönmemiştim, hâlâ elimde bıçağı tutuyordum.
Onu bu aptal düşüncelerinden vazgeçirebileceğimi düşünüyordum. O da bana bunu
yapardı zaten, benim ondan zeki olduğumu kabul etmediğim zamanlarda. Benim
düşüncelerimin önemsiz olduğuna inandırmıştı beni. Ancak şimdi gerçeği görmüştüm, artık ben ondan daha zekiydim. O bu kadar basit bir şeyi, oğlumuzun yaşadığı
gerçeğini görmezden gelerek ne kadar aptal olduğunu gösteriyordu bana. “Lütfen
bunu bir daha söyleme.”
“O öldü. Kabul etmemen büyük delilik! Bunu kabul etmediğin her saniye, onu daha
fazla arafta tutuyorsun.” “Delilik değil,” dediğimi hatırlıyorum. Usulca söylemiştim bunu, her zamanki Ophelia gibiydim adeta ama sanki çok daha uzaktaydım gerçeğimden. “Anne olmak bu.
Anneler hisseder.”
Bana doğru bir adım attığını, zemindeki tahtaların gıcırtısından anlamıştım. “Yeter
artık!” diye bağırmıştı. “O öldü. Bunu anlaman gerek!”
Evet, eminim her şeyi anlatmam çok sıkıcı gelmeye başlamıştır ama buralar en heyecan verici kısımlar. Bitmek üzere, böylece bittiği gibi ben de doğruca işlerimi halledeceğim. Bunu zaten neden yazdığımı da bilmiyorum. Yazmak gibi işler bana göre
değildir pek aslında. Yine kafam dağıldı, değil mi? Hem de birisi okuyacakmış gibi
karşımdaki kişiyle konuşuyorum! Çok komiğim gerçekten.
Arkama yerleşti, sonrasında ise beni omuzlarımdan tutarak kendisine çevirdi. Beni
sarsmaya başladığını hissettim. “Yüzleş artık gerçekle! Oğlumuz ülkesi uğruna öldü!
Kabul et bunu!” diye bağırdı suratıma. Bedenimi her sarsmasında, saçma fikrini kafama sokmaya çalıştığını hissediyordum. Sadece bedenimi sarsmıyordu ayrıca. Ruhumu
sarsıyordu. Düşüncelerimi. Nefesimi.
“Sus artık!” diye bağırdığımı hatırlıyorum. Sonrasında ise ellerimi, tam anlamıyla
itmek için vücuduna götürdüğünü. Sonrasında ise bıçağın ona saplandığını, gözlerinin
donduğunu hatırlıyorum. Tam kalbine saplanmıştı bıçak. Ellerinin omuzumda donakaldığını fark etmiştim. Beni sarsmayı sonunda bırakmıştı. Bir süre ikimiz de sessizlik
içinde kaldık. Bu sessizliğin hemen ardından, Alec yere düşmüştü, hâlâ gözleri gözlerimdeydi. O an
bir şey söylemişti sanki ancak duyamadım ya da duymak istememiştim. “Seni itmeye
çalıştım,” diye fısıldadım ona. “Seni itmek istedim sadece, Alec.”
Sonrasında ise gözlerinin kapandığına şahit olmuştum. İşte, ellerimdeki kanın hikâyesi. Gerçek manada ve mecaz. Mecaz mı deniyordu ki? Hiçbir fikrim yok. Yazımın da
sonuna geldim zaten, bir an önce bu kâğıtları kaldırmam lazım. Saatler geçti, neredeyse akşam olacak. Her an Frederic gelebilir. Sobayı artık yakmalıyım ve yemek yapmalıyım.
Alec şu anda yerde yatıyor. Neden orada yattığını anlayamıyorum, sanırım uykusuzluktan bayıldı. Elim değmişken onu da yatağımıza taşırım. Elbette, çok yoruluyor o da.
Şimdi gitmem lazım. Yapılacak listem belli. Ellerini yıka, sobayı boşalt, Alec’i yatağa
götür ve Frederic için yemek hazırla.
Bir dakika.
Bu elimdeki kan da neyin nesi?
Bunu nereden bildiğimi sormayın. Tabii, bunu okuyacak kimse olmadığı için kimse
bana bir şey sormayacaktır ancak ben yine de uyarayım. Mutlaka birisi duyar çağrımı.
Ancak siz yine de sormayın.
Ben neler döndüğünü anlatmadan önce sakinleşmek için kendime bir an tanımam lazım. Evim hâlâ buz gibi, sobayı yakamadım fakat az önce dokunduğum kanın sıcaklığı
ellerimden hâlâ ayrılmadı. Kan kurudu fakat sıcaklık kurumadı, onu orada hissetmeye
devam ediyorum. Tüm bedenimi ısıtmak için o kanı vücuduma sürebilirim belki de
fakat öyle dolaşamam, insanlar neler döndüğünü kolayca anlar. Bana kalırsa insanlar aptal fakat gözlerinin önündeki kanla dolaşan bir kadını göremeyecek kadar aptal
değildir herhalde kimse. Bilmiyorum. Tanıdığım tek kişi kocamdı ve bir de oğlum. Bir
de yan komşumuz var, ismi Camille. Tatlı bir kadın, kocasıyla yaşıyor ancak ben kocasını hiç görmedim. Zaten bana ne ki Camille’nin kocasından? Ben yalnızca Camille’yi
tanıyorum mahallemizden. Sevdiğim bir arkadaşım.
İnsanlara arkadaş demeyeli çok olmuş ancak bunun ne anlama geldiğini tam olarak bilmiyorum. Çocukluğumda bir köpeğimiz vardı, babam ismini Cortez koymuştu. Annem
o köpeğin arkadaşım olduğunu söylerdi fakat Camille bir köpek değil. O halde Cortez
mi arkadaşım değildi? Ayrım yapamıyorum ancak bundan kime ne zaten? Benim bugün kocam öldü. Düşüneceğim şey Camille olmamalı.
Evim çok yalnız şimdi, içeride hiç ses yok. Ne zamandan beri böyle bilmiyorum. Sanırım oğlumuz büyüdüğünden beridir bu şekilde çünkü son zamanlarda Frederic Henry,
yani oğlum eve gelmiyordu bile. Genç değil mi işte? Hepsinin kanı kaynar. Bu arada
sanmayın ki sürekli oğluma tüm ismiyle hitap ediyorum! Birçokları ona yalnızca Frederic derim.
Benim de günlerim Camille ve on dört yaşındaki kızı Rose ile örgü örmekle geçiyordu o
zamanlar. Sonrasında da kocam Alec için yemek hazırlıyordum. Günler böyle sürüp gidiyordu bizim için ama mutluyduk. Tabii, şimdi bana soracaksınızdır mutlaka mutluluğun ne olduğunu. Ben de bilmiyorum, öyle şeylerle de ilgilenmem zaten. Anı yaşamak
sanırım mutluluk. Ha, bir de sevdiğin işleri yapmak mutluluk olabilir. Yemek yapmayı
seviyorum, bu yüzden bana mutluluk veriyor ama sobanın çöplerini boşaltmayı sevmiyorum. O işi Alec yapmalı bence bir erkek olarak.
Ama öldü. Unutmuşum. Sanırım benim birazdan sobayı dökmem gerekecek.
Neyse işte, günler böyle geçip giderken Alec bir gün bana bir şeyler söyledi. Harp
mi ne çıkmış ama öyle böyle değilmiş bu seferki. Bizim alışık olduklarımızdan da
farklıymış. “Bana ne?” dedim. Haklıydım da. Örgü örmemi engelleyecek bir durum
yoktu sonuçta ortada.
“Ama öyle deme, Ophelia, bu harp herkesi etkileyecek sanki!” demişti Alec. Bahsetmedim ancak ismim Ophelia gerçekten de. Ne demek bilmem, babam bir tiyatrocudan mı ne koymuş işte. Fazla meraklıydı böyle şeylere.
“Beni etkilemez. Oyalama beni, yemek hazırlamam lazım, her an Frederic gelebilir,”
diyerek uzaklaşmıştım oradan. Sonuçta benim gibi bir kadını neden etkilemeliydi
ki? O zamanlar öyle düşünmüştüm ama beni de bayağı etkiledi. Hükümet bizden
hep yardımlar istedi ama onları ileride anlatayım.
Yemeğe Frederic de gelmişti, üçümüz güzelce yemeğimizi yedik fakat konuşası tutan
kocam yine gecemizi mahvetti, bu kez konusu harpti. Frederic ise bu konuyla çok
ilgiliymiş gibi duruyordu, sürekli babasına yeni sorular yöneltiyordu. Huzur timsali
olması gereken güzel evimde ve soframda neden harp hakkında konuşuluyordu?
Bunu hiç beğenmemiştim. Fikrimi söyleyecek gibi oldum ancak sonrasında bundan vazgeçtim. Alec bana hep kızardı böyle şeylerde.
Ah, zavallı Alec. Onun bir daha bana kızamayacak olması ne acı! Harpın sonunu
bile göremedi. Kimin kazandığını bilmiyor şimdi. Benim öyle şeylere ilgim yok zaten, söylemem gerekseydi bile söyleyemezdim. Ancak Frederic söyleyebilirdi! Frederic… Canım oğlumu aylardır görmüyorum. Ne kadar zamandır onunla karşılıklı
çay içemedik. Onun en sevdiği şey sütlü çaydır. Şimdilerde sütlü çay için malzeme
bulmak bile zor.
O gece yemekten sonra her şey düzene girer, bir daha bu harp konuşmalarını işitmem sanmıştım ancak daha fazla yanılamazdım. Bir gün sonra dışarıya çıktığımda
insanların tek konuştuğu konu buydu. Daralmıştım doğrusu, bir an önce kendimi
güvende hissettiğim evime dönmek istemiştim. Askerlerin geleceği konuşuluyordu
şehre, yaşı uygun olan herkesi savaşa çağıracaklarının dedikodusu dönüyordu. Bu
habere kulaklarımı tıkadım. İstemiyordum böyle saçmalıklar işitmeyi! Askerler gelecek ve benim oğlumu benden alıp savaşın soğuk kollarına mı götürecekti? Asla izin
vermezdim buna. Ancak benden izin istemediler. Bu haberi duymamış gibi yaptım, iki gün boyunca
bu haberi bilmiyormuş, hiç benim ziyaretçim olmamış gibi davrandım ancak öyle
olmadı. Askerler kapımıza falan dayanmadı, hayır. Keşke öyle olsaydı, en azından
direnirdim! Komşularımızdan birkaçı direnmişti çünkü, izin vermemişti oğullarını
ve kocalarını geçip almalarına. Benim başıma daha fenası geldi. Çok daha fenası.
Akşam yemeğine oturmuştuk, ben onlar için patates hazırlamıştım. Kolay değildi
patates bulması, savaştan sonra her şey ateş pahası olmuştu. Ancak yine hepimiz bu
sofradaydık, yine mutlu bir aile tablosunu andırıyorduk. Frederic tek evladımızdı,
oysa ondan önce üç çocuğum daha olmuştu fakat hiçbiri bu adaletsiz dünyaya tutunamamıştı. Ruhlarının hep bizimle olduğunu biliyordum. Ben de onlara veremediğim sevgiyi ve alakayı vermiştim oğlum Frederic’e.
“Şehirde haberler çok kötü, harp kötüleşiyor diyorlar,” dedi Alec. Savaşa gidemeyecek durumdaydı çünkü bacağı sakattı. Daha önce gittiği bir muharebede kurşun yemişti bacağına. Onun yaşaması için ne kadar dualar etmiştim! Bizi bırakması bizim
felaketimiz olurdu.
Şu anda ise mutfakta öylece yatıyordu. Ölmüştü. Ölüşünü izlemiştim ve bu kez dua
etmemiştim.
“Bu masada artık böyle şeyler konuşmayın,” dedim sert bir sesle. Her ne kadar beni
dinlemeyeceklerini bilsem de söylemiştim bunu. Bir annenin ve endişeli bir kadının
feryadıydı bu. Erkekler kadınları önemsemezdi ama. Buna çokça kez şahit olmuştum, çok kez yaşamıştım. Yine beni dinlememişlerdi. “Askerler savaşa gidecek insanlar aramaya başlamışlar, tek tek dolaşıp götürüyorlarmış savaşa katılmak istemeyenleri,” dedi Frederic. Sesi her zamankinden de yumuşak çıkmıştı. Ben onun da gitmek istemeyeceği için böyle konuştuğuna inanmıştım.
Çok aptal olabiliyordum bazı durumlarda! “Orduya katılmaları için gönüllüleri
toplamaya başlamışlar burada da.”
“Bu saçmalık. Kimse orduya katılmak, ölmek istemez,” demiştim kendimden emin
bir şekilde. O anı çok net hatırlıyordum. “Gerçekten, imparatorumuz o kadar istiyorsa kendisi gitsin bakalım savaşa!”
“Kes sesini,” diye bağırmıştı Alec bana. Ne kadar aptalca ne kadar cahilce bir cümle
kurduğumu o an anlayamamıştım ama şimdi görebiliyordum. Bir insan, koskoca
kralları için böyle pervasızca bir cümle nasıl kurabilirdi? Ancak endişe tüm algılarımı kapatmıştı o anda, bilememiştim. “Kralımız George hakkında konuşmak
senin gibi aşağılık bir kadına mı kalmış?”
Hemen ağzımın payını almış ve susmuştum. Yemeğimize en azından daha fazla
olay yaşanmadan devam etmek istemiştim. Birlikte son yemeklerimizdi bunlar,
cehennemin kapılarının aralanıp üstümüze felaketler yağdırmadan yediğimiz son
yemeklerdi. Tabii, bunu henüz ben bilmiyordum.
Uzun süren bir sessizlikten sonra, “Ben savaşa katılmaya karar verdim,” demişti
Frederic. O anda nasıl hissettiğini nasıl açıklasın bu kadın? O kadar kelime bilmiyorum. Bir defasında, attan düşmüştüm, kolum çok kötü yaralanmıştı. Frederic’in
kurduğu ve karşısındaki öldürmeyi amaçlayan bu cümleler, benim canımı o düşüşten çok daha fazla yakmıştı. Nasıl becermişti anlayamamıştım, hiçbir yerimde fiziksel bir hasar yoktu. Yalnızca kalbim ağrımıştı, bu ağrı sanki katı bir haldeydi.
“Gönüllü oldum. Askerliğe kabul edildim.”
“Hayır, olmaz oğlum!” diye bağırmıştım hemen. Yüreği parçalanan bir annenin feryadıydı benimki. İstememiştim oğlumun gitmesini, o gittiğinde dünyam tamamen
kararacaktı çünkü. “Yapma bunu, gitme!”
“Sen ne anlarsın?” diye sordu o sırada Alec. Daima önem verirdi çünkü bu konulara, ülkemizin diğer tüm ülkelerden daha iyi olduğunu savunurdu. Bizim ülkemiz
en iyisidir, hem de her konuda, diye diretiyordu. Askerî açıdan ve teknolojik açıdan
ve sosyal açıdan ve ekonomik açıdan, falan diye sıralayıp duruyordu. Ben farklarını
anlamazdım ki, en iyisi olsak ne olurdu? Yaşıyorduk ya işte, yetmez miydi? “Oğlumuz şanlı ülkemizi savunmak için, düşmanlarımızı ezmek için savaşa gidecek.
Senin gibi cahiller bunu anlamaz! Elbette gidip ülkesini savunmalı!” Bu ülke savunması değil ki, oğlumuz başka ülkeye gidecek! Tüm dünya değil mi
savaşta? Biz girmeseydik de olurdu. Kimse bizim ülkemizi tehdit etmedi,” demiştim kendimi tutamadan. Evet, okuyanlar -ki eminim sadece Camille okuyordur,
benim tek arkadaşım,- benim nasıl bu kadar terbiyemi aşarak konuştuğumu anlayamayacaktır. Ben de anlayamamıştım. Normalde tek kelime edemeyen benim
dudaklarımdan bu sözler döküldüğünde, şeytanın gölgesinin üstümde olduğunu
hissetmiştim. “Oğlum savaşa gidecek benim, tek oğlum. Anneyim ben.”
Sonrasını tabii ki herkes tahmin edebiliyordur. Yediğim tokat o kadar ağırdı ki, bu
olayın üstünden aylar geçmesine rağmen acısını hâlâ hissediyorum. Ah, söylemeyi
unuttum. Sanırım kanın sıcaklığı çoktan söndü ve gitti. Bir tek elimdeki ağırlığı
kaldı şimdi, onu yıkamam lazım çünkü sobayı boşaltmak için evden ayrıldığımda
ellerim böyle gözükmemeli. Hem sütlü çay da hazırlamam lazım belki oğlum da
gelir. Keşke şu yazıyı çok daha sonra yazmaya başlasaydım. Şimdi bırakamıyorum
da yazmayı. Çok nadir yazarım, sevmez kocam zaten benim bunlarla uğraşmamı.
Ancak şimdi ölü, doğru. Zavallı Alec. Sakın senin sevmediğin şeyleri yapmak için
senin ölmeni beklediğimi sanma. Bilerek yapmıyorum, sevgilim.
Bir an önce bu yazıyı bitirip kalksam çok iyi olacak. Daha akşam yemeğini bile
yapmadım! Savaş yakında bitecek diyorlar, bütün ülkeler yavaş yavaş çekilmeye başlamış duyduğuma göre. Belli ki ülkemiz yakında yeniden eski zenginliğini
bizimle paylaşmaya başlayacak. Oğlum da gelir hem o zaman. Bu harp gerçekten
bitsin istiyordum. Ancak ben en son, oğlumun gitme kararı almasında kalmıştım,
değil mi? Oradan devam edeyim en iyisi, konuyu dağıttıkça aptal ellerim saçmalıkları doldurmaya devam ediyor bu kâğıdın üzerine.
Frederic tüm itirazlarıma rağmen askere gitti. O gittikten sonra tüm dünya kararmıştı adeta. Nasıl geçti vakitlerim bilmiyorum. Önce birkaç hafta sürer sandım
ama Camille, bu savaşların birkaç haftada bitmeyeceğini söyledi. Çok daha uzun
sürermiş. Ama ben nereden bilebilirdim? Aylar geçti, sonra da yıllar oldu. Üç sene geçmişti belki de dört. Tam tarihleri hatırlayamayacak kadar yorgunum şimdi. Her
şey benim için çok kötü geçiyordu o zamanlarda, hatırlamak istememem çok doğal
karşılanmalıdır!
Oğlumun gelmesini bekliyordum, hazır savaş da bitmek üzereydi. Daha dün gece
yaşandı olanlar, kış erken geldiği için Alec sobaya yeni odunlar atıyordu. Ben de o
sırada örgü yapmakla uğraşıyordum. Frederic için kalın bir kazak yapmıştım, onun
için yaptığım bilmem kaçıncı şeydi! Sonra kapı çaldı. Dört kez. Ne eksik ne fazla.
Sanki biri ezberlemiş gibi. Biliyordum, oğlum gelmişti işte. Akşam yemeğine yetişmişti! Hem onun için sütlü çay yapabilirdim de sonra. Saat geçmişti ama o istese,
ben hemen yapardım. Seneler geçmişti oğlumu görmeyeli sonuçta.
Alec duymuştu ancak o gitmemişti açmaya. Ben gitmiştim kapıya. Hızlıca koşmuştum hatta, Alec’in bile gözleri bana dönmüştü. “Frederic geldi,” demiştim ona
sevinçle.
“Ophelia,” demişti Alec’in sesi. Beni uyarır gibi çıkmıştı ama beni neyden uyarmaya çalışıyordu ki? Canım oğlum gelmişti. Adımlarımın nereye gittiğini duymadan koşmaya başladım. Kapıyı açtığım anda nasıl olduğunu bilmesem de Alec
de arkamda bitmişti. Kapıyı mutlulukla açtığımda karşımda tanımadığım birisini
gördüm. Oğlum değildi. Üzerinde tozlu bir üniforma vardı bu kişinin. Merhametli
bir uzaklık ifadesiyle bakıyordu bana. Oğlumun gelmesi gereken zamanda gelen bu
kişi de kimdi böyle? “Bayan Whitmore? Bay Whitmore?” dedi, sesi beklenenden yumuşaktı. İkimize de
neden seslenmişti anlamadım ancak benim soyadım bu olduğu için başımı salladım. Asker şapkasını çıkardı, eli titriyordu. Cebinden, ipi dolanmış küçük bir metal
nesne çıkardı. Parmaklarıyla açtı. Bu metal parçasının parlaklığı solmuştu. Ancak
yine de bana uzattı. Neye uzandığımı bilemeden elinden aldım.
Metal parçasının üstünde F. H. W. yazıyordu, hemen altında ise 1914 sayısı ve ülkemizin adı yazıyordu. Kafamı kaldırıp genç duran çocuğa baktım. Ben bunun ne
olduğunu anlamamıştım ama Alec çoktan anlamış gibiydi. Oğlumuzun adının baş
harflerinin üstünde olduğu bu metal parçasını neden getirmişti ki bize?
“Frederic… Geçen ayın sonunda, kuzey hattına yapılan bir saldırı sırasında hayatını kaybetti, efendim,” dedi asker çocuk. “Cesedi, siperin çökmesiyle göçük altında
kalmıştı. Yaklaşık bir hafta önce çıkarabildik. Şu anda Arras’taki toplu anma bölgesinde tutuluyor. Aile onayıyla nakil sağlanacak. Ancak kimliği... bu künye sayesinde
doğrulandı. Çok üzgünüm.”
Elimle havayı yokladım. Bir yere tutunmak istedim ama duvar yoktu, sandalye yoktu, Alec yoktu. Her şey çok uzaktaydı sanki. Sanki hiçliğin ortasında dikiliyordum,
yanı başımda kimse yoktu. Elimdeki metal parçası bir anda buz kesti. Soğuktu. Çok
soğuktu. Oğlumun elleri gibi değildi. Onun teni gibi sıcak değildi.
“Yalan,” dedim soğuk bir sesle. “Hayır. O ölmedi. Frederic ölmez. Gelecek o.” “Hayatım...” dediğini duymuştum Alec’in, sesini ilk defa bu kadar sakin duyuyordum. Benimle asla bu kadar sıcak bir tonda konuşmazdı. Kolunu bedenime sarmıştı ancak ben yine de boşlukta sürükleniyordum. Yine tutunacak hiçbir yerim yoktu.
“Frederic öldü. İtiraz etme, oğlumuz ülkesi için savaştı ve öldü. Gururlu olmalıyız.”
“Hayır!” diye bağırmıştım yüksek bir sesle. Bu kez sesim delici bir bıçak haline bürünmüştü. Normalde sesimi bile yükseltmeyen ben, o anda çığlık çığlığa ağlamak
istemiştim. Neden böyle düşündüğümü de anlayamıyordum. “Hayır. Beni duydunuz. Benim oğlum yaşıyor! O ölmedi!”
Düne bakıyorum da yine ne kadar aptalca bir hareket yaptığımı anlıyorum. Oğlum
ölmemişti, hâlâ savaştaydı ve bittiği anda geri gelecekti. Neden böyle bir tepki vermiştim? Şu anda düşündüğümde anlayamıyordum. Bir an önce bu yazıyı bitirmek
istiyorum zaten, hem işlerimi hallettikten sonra örgümün başına yeniden oturabilirim. Bitirmem lazım Frederic gelmeden.
,
Bağırdıktan hemen sonra ise elimdeki künyeyi yere atmıştım. Zemine çarpınca
çıkan o kuru ses, içimi bıçak gibi kesti. Alec eğilip almadı. Ben de almadım. Karşımızdaki asker de almadı. Ben sonuçta biliyordum. O yerdeki şey, Frederic değildi. Oğlum hâlâ yaşıyordu. Ben biliyordum çünkü. Hissediyordum nefes aldığını.
Ölseydi de hissederdim. O benim oğlumdu.
Sonrasını hatırlamıyorum. Neler oldu, neler bitti bilmiyorum. Sağlığımla alakalı
bir problem yaşadığımı varsayıyorum çünkü bayıldım. Alec beni düşmeden tuttu
ancak tutmasaydı da hissetmezdim zaten, çok güzel bir uykuya dalmıştım. O gece
deliksiz uyudum diye düşünüyorum, uykumu hiçbir şey bölemedi. Hatta rüyama
Frederic bile geldi, bana ölmediğini söyledi. Ben zaten emindim ki, hiçbir kanıt
görmeme gerek yoktu. Sonra bu sabah oldu. Uyandım, hemen kahvaltı hazırlamam gerektiğini biliyordum.
Oğlumu seneler sonrasında ilk defa rüyamda gördüm ben dün gece sonuçta. Hemen
mutfağa gittim ama Alec oradaydı. Sofrada oturuyordu, normalde Frederic’in oturduğu yerde hem de. Sonrasında ise beni gördü, ayağa kalktı.
“Ophelia,” dedi bana. “Bunu kabul etmelisin, kabul et.”
“Ne kabul edeceğim, Alec?” diye sordum. Sessizliğin içinde sesim boğuluyor gibiydi.
Onun benim aklımla oynamasına daha fazla izin vermemek amacıyla tezgâha doğru
yürümüştüm ve bıçağı elime almıştım. Ne yemek yapacağımı düşünmüştüm bir süre
ama Alec benim düşünmeme izin vermemişti. Erkekler zaten hep kadınlara ayak
bağı olurdu.
“Frederic öldü. Ben biliyorum, sen biliyorsun,” demişti bana. O anda anladım aslında. Aptal olan ben değildim ki, aptal olan oydu. Oğlumuzun öldüğüne inanmak
düpedüz aptallıktı!
“Alec…” demiştim fısıltıyla. Hâlâ ona dönmemiştim, hâlâ elimde bıçağı tutuyordum.
Onu bu aptal düşüncelerinden vazgeçirebileceğimi düşünüyordum. O da bana bunu
yapardı zaten, benim ondan zeki olduğumu kabul etmediğim zamanlarda. Benim
düşüncelerimin önemsiz olduğuna inandırmıştı beni. Ancak şimdi gerçeği görmüştüm, artık ben ondan daha zekiydim. O bu kadar basit bir şeyi, oğlumuzun yaşadığı
gerçeğini görmezden gelerek ne kadar aptal olduğunu gösteriyordu bana. “Lütfen
bunu bir daha söyleme.”
“O öldü. Kabul etmemen büyük delilik! Bunu kabul etmediğin her saniye, onu daha
fazla arafta tutuyorsun.” “Delilik değil,” dediğimi hatırlıyorum. Usulca söylemiştim bunu, her zamanki Ophelia gibiydim adeta ama sanki çok daha uzaktaydım gerçeğimden. “Anne olmak bu.
Anneler hisseder.”
Bana doğru bir adım attığını, zemindeki tahtaların gıcırtısından anlamıştım. “Yeter
artık!” diye bağırmıştı. “O öldü. Bunu anlaman gerek!”
Evet, eminim her şeyi anlatmam çok sıkıcı gelmeye başlamıştır ama buralar en heyecan verici kısımlar. Bitmek üzere, böylece bittiği gibi ben de doğruca işlerimi halledeceğim. Bunu zaten neden yazdığımı da bilmiyorum. Yazmak gibi işler bana göre
değildir pek aslında. Yine kafam dağıldı, değil mi? Hem de birisi okuyacakmış gibi
karşımdaki kişiyle konuşuyorum! Çok komiğim gerçekten.
Arkama yerleşti, sonrasında ise beni omuzlarımdan tutarak kendisine çevirdi. Beni
sarsmaya başladığını hissettim. “Yüzleş artık gerçekle! Oğlumuz ülkesi uğruna öldü!
Kabul et bunu!” diye bağırdı suratıma. Bedenimi her sarsmasında, saçma fikrini kafama sokmaya çalıştığını hissediyordum. Sadece bedenimi sarsmıyordu ayrıca. Ruhumu
sarsıyordu. Düşüncelerimi. Nefesimi.
“Sus artık!” diye bağırdığımı hatırlıyorum. Sonrasında ise ellerimi, tam anlamıyla
itmek için vücuduna götürdüğünü. Sonrasında ise bıçağın ona saplandığını, gözlerinin
donduğunu hatırlıyorum. Tam kalbine saplanmıştı bıçak. Ellerinin omuzumda donakaldığını fark etmiştim. Beni sarsmayı sonunda bırakmıştı. Bir süre ikimiz de sessizlik
içinde kaldık. Bu sessizliğin hemen ardından, Alec yere düşmüştü, hâlâ gözleri gözlerimdeydi. O an
bir şey söylemişti sanki ancak duyamadım ya da duymak istememiştim. “Seni itmeye
çalıştım,” diye fısıldadım ona. “Seni itmek istedim sadece, Alec.”
Sonrasında ise gözlerinin kapandığına şahit olmuştum. İşte, ellerimdeki kanın hikâyesi. Gerçek manada ve mecaz. Mecaz mı deniyordu ki? Hiçbir fikrim yok. Yazımın da
sonuna geldim zaten, bir an önce bu kâğıtları kaldırmam lazım. Saatler geçti, neredeyse akşam olacak. Her an Frederic gelebilir. Sobayı artık yakmalıyım ve yemek yapmalıyım.
Alec şu anda yerde yatıyor. Neden orada yattığını anlayamıyorum, sanırım uykusuzluktan bayıldı. Elim değmişken onu da yatağımıza taşırım. Elbette, çok yoruluyor o da.
Şimdi gitmem lazım. Yapılacak listem belli. Ellerini yıka, sobayı boşalt, Alec’i yatağa
götür ve Frederic için yemek hazırla.
Bir dakika.
Bu elimdeki kan da neyin nesi?