Bazen bir gün biterdi ve o günün neresinde yaşadığını kimse tam olarak hatırlayamazdı.
Meryem de o gün, sanki tüm duyguları tükenmiş halde yatağa girdi. Belki de ona kendisini
görmede yardımcı olacak, aynanın karşısında duran ışığını kapattı ve yavaş yavaş gözlerini
kapatıp uykuya daldı. Uykudayken zihninde bir görüntü belirdi: sonsuz gibi görülen sisli
ama aydınlık bir çiçek bahçesi. Bahçedeki her çiçek farklıydı; bazıları renkli renkli, bazıları
keskin kokulu, bazıları ise sanki yeni olgunlaşmış gibiydi. Meryem, ne olduğunu anlamadan çiçeklerin arasına girdi ve çiçeklerin arasında yavaş yavaş yürüyüp gördüğü her çiçeği
kokluyordu. Bazıları çürük bir meyve gibi kokarken, bazıları sanki huzuru hissediyormuş
gibi hissettiriyordu.
Kocaman beyaz bir çiçek dikkatini çekti. Yanına yaklaştığında, altında bir levha
olduğunu fark etti. Levhalarda bir isim ve kısacık bir tanım yazıyordu:
“Ece, yarım kalan tüm hikayelerin kahramanıydı.”
Meryem, gördüğü şey karşısında tuhaf bir şaşkınlıkla hemen diğer çiçeklere de
bakmaya başladı. Her çiçeğin altında isim ve levhalar vardı:
“Zeynep, kendi karanlığını başkasının ışığıyla aydınlatmaya çalıştı.”
“Mert, unutarak iyileşirken hatırlamanın lanetiyle olgunlaşamadı.”
“Cansu, tehlikeye aşina olmuş kalbinin en büyük tutkusu olan kendini kandırmacayla uçurum kenarına yürüdü.”
Çiçekleri koklayıp levhaları okudukça içi titriyordu. Sanki hepsini bir yerden tanıyordu,
belki de kendi içinden biliyordu. Boğazı düğümlendi. Bu sözlerde bir gölge gibi dolaşan
tanıdıklık vardı.
İlerledikçe içinde bir huzursuzluk büyümeye başladı. Adımları hızlandı, gözlerinde bir
panikle taradı bahçeyi. Yüzlerce çiçek, yüzlerce isim vardı. Ama bir tanesi yoktu. Kendi
çiçeği yoktu. Hiçbir levha onun değildi.
Sonunda geldiği yerde sadece kupkuru bir toprak parçası vardı. Bir avuç toprak... Ne
kök, ne renk, ne de bir isim... Sadece derin bir sessizlik.
Yere çömeldi, avucunu toprağa bastırarak gözyaşlarını döküyordu ve içinden sadece
“Ben neden yokum?” diyebiliyordu. Ağladıkça, içindeki sesle konuşmaya cesaret
ediyordu: Belki de hiç olmamışım.
Belki herkes bir iz bırakmışken ben sadece geçmişte silinmiş bir taslağım.
Ya da ben, başkalarına kalemi verip beni yazmasını beklemişim...
Toprağı sıkı bir şekilde avuçladı. Toprağın serinliğini hissettiği anda çiçekler bir
anda
soldu, renkler karardı, toprak ellerinden kaymaya başladı ve her şey dağıldı.
Gözlerini bir anda açtı. Hemen ışığı açıp aynadan kendisini izledi. Uzun uzun baktı.
Tanıdık bir yabancıya bakıyordu sanki. Yavaşça doğruldu. Aynaya bir kez
daha baktı. Bu kez gözlerinin derininde küçük bir kıvılcım yandı. Tohum
oradaydı.
Ve bu defa başkalarına verdiği kalemi geri almaya kararlıydı. Kendi hikayesini başka kalemlerden beklemekten ziyade, kendi kalemi ile yazmaya karar
verdi.
Çünkü Meryem artık tohumunu toprağa ekmişti.
Meryem de o gün, sanki tüm duyguları tükenmiş halde yatağa girdi. Belki de ona kendisini
görmede yardımcı olacak, aynanın karşısında duran ışığını kapattı ve yavaş yavaş gözlerini
kapatıp uykuya daldı. Uykudayken zihninde bir görüntü belirdi: sonsuz gibi görülen sisli
ama aydınlık bir çiçek bahçesi. Bahçedeki her çiçek farklıydı; bazıları renkli renkli, bazıları
keskin kokulu, bazıları ise sanki yeni olgunlaşmış gibiydi. Meryem, ne olduğunu anlamadan çiçeklerin arasına girdi ve çiçeklerin arasında yavaş yavaş yürüyüp gördüğü her çiçeği
kokluyordu. Bazıları çürük bir meyve gibi kokarken, bazıları sanki huzuru hissediyormuş
gibi hissettiriyordu.
Kocaman beyaz bir çiçek dikkatini çekti. Yanına yaklaştığında, altında bir levha
olduğunu fark etti. Levhalarda bir isim ve kısacık bir tanım yazıyordu:
“Ece, yarım kalan tüm hikayelerin kahramanıydı.”
Meryem, gördüğü şey karşısında tuhaf bir şaşkınlıkla hemen diğer çiçeklere de
bakmaya başladı. Her çiçeğin altında isim ve levhalar vardı:
“Zeynep, kendi karanlığını başkasının ışığıyla aydınlatmaya çalıştı.”
“Mert, unutarak iyileşirken hatırlamanın lanetiyle olgunlaşamadı.”
“Cansu, tehlikeye aşina olmuş kalbinin en büyük tutkusu olan kendini kandırmacayla uçurum kenarına yürüdü.”
Çiçekleri koklayıp levhaları okudukça içi titriyordu. Sanki hepsini bir yerden tanıyordu,
belki de kendi içinden biliyordu. Boğazı düğümlendi. Bu sözlerde bir gölge gibi dolaşan
tanıdıklık vardı.
İlerledikçe içinde bir huzursuzluk büyümeye başladı. Adımları hızlandı, gözlerinde bir
panikle taradı bahçeyi. Yüzlerce çiçek, yüzlerce isim vardı. Ama bir tanesi yoktu. Kendi
çiçeği yoktu. Hiçbir levha onun değildi.
Sonunda geldiği yerde sadece kupkuru bir toprak parçası vardı. Bir avuç toprak... Ne
kök, ne renk, ne de bir isim... Sadece derin bir sessizlik.
Yere çömeldi, avucunu toprağa bastırarak gözyaşlarını döküyordu ve içinden sadece
“Ben neden yokum?” diyebiliyordu. Ağladıkça, içindeki sesle konuşmaya cesaret
ediyordu: Belki de hiç olmamışım.
Belki herkes bir iz bırakmışken ben sadece geçmişte silinmiş bir taslağım.
Ya da ben, başkalarına kalemi verip beni yazmasını beklemişim...
Toprağı sıkı bir şekilde avuçladı. Toprağın serinliğini hissettiği anda çiçekler bir
anda
soldu, renkler karardı, toprak ellerinden kaymaya başladı ve her şey dağıldı.
Gözlerini bir anda açtı. Hemen ışığı açıp aynadan kendisini izledi. Uzun uzun baktı.
Tanıdık bir yabancıya bakıyordu sanki. Yavaşça doğruldu. Aynaya bir kez
daha baktı. Bu kez gözlerinin derininde küçük bir kıvılcım yandı. Tohum
oradaydı.
Ve bu defa başkalarına verdiği kalemi geri almaya kararlıydı. Kendi hikayesini başka kalemlerden beklemekten ziyade, kendi kalemi ile yazmaya karar
verdi.
Çünkü Meryem artık tohumunu toprağa ekmişti.