Barutun kokusunu ilk kez ruhuma çektiğimde, onunla birlikte içime yalnızca is ve duman değil;
nefretin ve intikamın bütün acımasız duyguları da dolmuştu. O ağır, yakıcı koku... Zihnimin en
derinlerine kadar işledi. Barutun sürekli her yeri kara lekelere boyaması, belki de içimdeki o karanlık
arzunun bedenime kadar işlemesine neden oldu. O andan sonra hiçbir şey aynı olmadı.
Kısacası... Önümüzdeki çukurların da öyle boş olduğunu sanmıyorum. Hissediyorum. Dün gece, tam
da bu topraklardan, başka bir çukurdan gelen ayak sesleri yükseldi. Ağır, ürkütücü, tedirgin edici...
Bir canavara aitti sanki. Kendi çukurumda her zaman hissettiğim sessizliği yırtarak, başka bir çukurun
hayaletleri dolaşmaya başlamıştı. Çığlıklar, yarım kalmış haykırışlar, bestelenmiş ama asla
söylenmeyen sözler geceyi doldururken, bir anda patlayan gök gürültüsüyle tüm çukurlar kıpkırmızı
bir yağmurla kaplandı.
Bu kızıl yağmur... O çamurun içinden çıkan karışım burnuma kadar ulaştığında, duyduğum o keskin
koku beni sersemletti. İçimi bulandıran bu yoğun kokuya karşı bir öfke duydum ilkin. Ancak dün
yediklerimi hatırlayınca içimde bir memnuniyet dalgası da yükseldi. Komutanımız sağ olsun, bize
güzel yemekler ikram etmişti. En azından midemiz doluydu. Ama bu iyi şeylerin ne kadar daha
süreceğini bilmiyorum.
Burada kaldıkça, zaman zaman kendimi hayal kurarken buluyorum. Sessizce düşünüyorum: Ya tüm
bunlar hiç yaşanmasaydı? Ya savaş değil, şehirde sıradan bir yaşam seçseydim? O zaman ne olurdu?
Belki de bu soruların artık pek bir önemi yok. Ben burada, bu çukurun içinde geçmişi sorgularken,
şehirde kalanlar hayatlarına kaldıkları yerden devam ediyor. Eğleniyor, seviyor, küsüyor, barışıyor,
yaşıyorlar. Peki ben niye hâlâ onları düşünüyorum?
Tuhaf değil mi? Onların da beni düşündüğünü sanıyorum. Belki hâlâ merak ediyorlardır beni... Ama
bunu bana kim ispatlayacak? Kim gösterecek onların gerçekten düşündüğünü? Daha geçen gün,
tellerin ardından birinin ailesinin dağıldığını gördüm. O yüz ifadesi... Unutulmaz. Hatta içimizden
bazıları da yarı yolda bırakıldı. Onlar acaba içimizdeki hainler miydi? Düşmana çalışan adamlar
mıydı? Bize oyun mu oynadılar? Keşke tüm bunların cevabını net olarak bilebilsem. Ama içten içe
inanıyorum ki, komutanımız her şeyi biliyor. Her şeyi...
Bunları düşündükçe, barutun kokusu da değişmeye başladı. Eskiden alıştığım o koku, şimdi daha sert,
daha keskin geliyor. Burnumun derinliklerine kadar işliyor. Saatlerdir bu zehri soluyorum. Ne biçim
bir şey bu! Bu kadarına da tahammül edilmez! İçimden bir ses bağırıyor: “Bir şey yapılmalı! Böyle
olmaz!’’
Ben burada çukurun içinde çamura gömülürken, şehirde kalanlar masalarını kurup kahkahalarla
gülüyor, eğleniyorlar öyle mi? Yok öyle dünya! Onlara bunu böylece yutturacak değiliz! Ama nasıl
yapabilirim bunu? Nasıl gösterebilirim kendimi? Nasıl anlatırım ne yaşadığımızı, ne olduğumuzu?
...Ve tam o anda, uzaklardan bir şarkının sesi duyulmaya başlar.
Önce düdüklerle, sonra bandolarla bastırılmak istenir bu ses... Ama nafile... Ezgi giderek yaklaşır.
Kulaklarının dibine kadar gelir ve artık susturulamaz. Her zaman ve her zaman
Tek gerçek barut...
Barutun olduğu yerde huzur,
Huzur bulduğun yerde özgürlük...
Eğer sen bir centilmensen
Söylersin bunu gönülden, açıkça.
Gökyüzü de konuşur artık. Göktekiler, yerde açılmış çukurların üstünde dolaşan bu ezgileri fark eder.
Melodiler, zaman zaman bu karanlık çukurları örter gibi olur. Ezgiler, bir anlamda bu savaşın
sessizliğine karşı çıkan bir isyan, bir merhem gibidir.
Artık ne sen buraları görebilirsin, ne de ben. Çok geç kaldık. Duyduğun her şey, bir karıncanın
sinirinden yükselen bir titreşim belki de... Ama güneş doğduğunda, yağmurun her şeyi yıkayıp
temizlemesiyle, bu titreşim de dağıldı, çözüldü ve yok oldu.
Yeni doğan güneş, toprağın altındaki tohumları beslemeye başladı. Ağaçlar filizlendi. Ve kuşlar...
Onlar uçmaya devam etti. Yuvalarına doğru süzüldüler gökyüzünde.
Çünkü hayat, tüm bu savaşın içinde bile devam ediyor. Ezgiler susmadığı sürece umut da tükenmez.