Artık çok geç. Ne ben, ne sen... Onu ne uyarabiliriz ne de düzeltebiliriz. O, çoktan kendi zamanının
dışına taşmış, geçmişin karanlık bir köşesine gömülmüş durumda. Belki bir dönem, kendi içindeki
kavgada bir arpa boyu kadar da olsa yol almıştı, ama şimdi geldiği yer, o kısacık ilerleyişin de
ötesinde, geriye doğru bir savruluş oldu. Belki de tam olarak bunu istiyordu. Belki içinde taşıdığı
boşluğu, bir ayrılıkla, bir kopuşla doldurabileceğini sanıyordu.
Uzun süredir bir savaşın içindeydi. Savaş dediğime bakma; öyle yüksek sesli, çarpışmalı bir
şey
değildi bu. Sessiz, derinden, yakıcı ve yalnız bir savaş... Kimi zaman kendisiyle, kimi zaman
geçmişin
ona fısıldadığı yankılarla cebelleşiyordu. Türlü türlü konuşmalar... Her defasında değişen
davranışlar... Ve zaman zaman kendi içine uğrayan hayal kırıklıkları... Tüm bunlar, belki de onun
gerçek benliğini inşa etti. Belki de böyle biri olmak istiyordu. Ya da böyle olmak zorunda kaldı.
İlginç olan şu: Başlangıçta cesur biriydi. Deli yürek dedikleri cinsten. Gözünü budaktan esirgemeyen,
her şeyin üstüne cesaretle yürüyen biriydi. Ama zamanla... Kabuklarından çıkmaktan korkan,
yüzleşmekten çekinen birine dönüştü. Bu değişimin nasıl gerçekleştiğini kimse fark etmedi.
Belki o
da fark etmedi. Şimdi hâlâ, eski alışkanlıklarıyla, anlamsız bir şekilde o tenekeleri tekmeliyor.
Sesini
çıkardığı tek şey onlar artık. Ama ne gariptir ki, onları da bırakamıyor. O gürültünün ardında
sakladığı
bir şey var sanki; belki suçluluk, belki pişmanlık... Belki de bir tür özlem...
Şimdi soruyorum sana: Bunca şeye değdi mi? Tek istediği yalnızlık mıydı gerçekten? Yoksa
kendini
bilerek bu sona sürükleyip, güvende olduğunu düşündüğü o karanlık köşeye mi çekildi? Kim
bilir...
Belki de tüm bu olanlardan kendini sorumlu tutuyor. Defalarca hatalarını dile getirdi, yanlışlarını
kabul etti ama hiçbir zaman açıkça bir özür dilemedi. Sanki tüm bunlardan bir gurur duyuyor gibiydi.
Hatalarıyla yaşamayı seçti; onları inkâr etmektense, bir tür ödül gibi taşımayı...
Peki şimdi ne yapacağız? Onu yargılayıp “Ettiğini buldu işte!” deyip geçecek miyiz? Yoksa içinde bir
yerlerde, onun da acınmayı hak eden biri olduğunu kabul mü edeceğiz? Bilmiyorum... Ama
bana
sorarsan, o çoktan farkındalığını yitirmiş halde bu döngüyü yaşamaya devam ediyor. Hâlâ aynı
kıyafetleri giyip her gün dışarı çıkıyor. İnsanları süzüyor, davranışlarını inceliyor, içinden bir
şeyler
dışına taşmış, geçmişin karanlık bir köşesine gömülmüş durumda. Belki bir dönem, kendi içindeki
kavgada bir arpa boyu kadar da olsa yol almıştı, ama şimdi geldiği yer, o kısacık ilerleyişin de
ötesinde, geriye doğru bir savruluş oldu. Belki de tam olarak bunu istiyordu. Belki içinde taşıdığı
boşluğu, bir ayrılıkla, bir kopuşla doldurabileceğini sanıyordu.
Uzun süredir bir savaşın içindeydi. Savaş dediğime bakma; öyle yüksek sesli, çarpışmalı bir
şey
değildi bu. Sessiz, derinden, yakıcı ve yalnız bir savaş... Kimi zaman kendisiyle, kimi zaman
geçmişin
ona fısıldadığı yankılarla cebelleşiyordu. Türlü türlü konuşmalar... Her defasında değişen
davranışlar... Ve zaman zaman kendi içine uğrayan hayal kırıklıkları... Tüm bunlar, belki de onun
gerçek benliğini inşa etti. Belki de böyle biri olmak istiyordu. Ya da böyle olmak zorunda kaldı.
İlginç olan şu: Başlangıçta cesur biriydi. Deli yürek dedikleri cinsten. Gözünü budaktan esirgemeyen,
her şeyin üstüne cesaretle yürüyen biriydi. Ama zamanla... Kabuklarından çıkmaktan korkan,
yüzleşmekten çekinen birine dönüştü. Bu değişimin nasıl gerçekleştiğini kimse fark etmedi.
Belki o
da fark etmedi. Şimdi hâlâ, eski alışkanlıklarıyla, anlamsız bir şekilde o tenekeleri tekmeliyor.
Sesini
çıkardığı tek şey onlar artık. Ama ne gariptir ki, onları da bırakamıyor. O gürültünün ardında
sakladığı
bir şey var sanki; belki suçluluk, belki pişmanlık... Belki de bir tür özlem...
Şimdi soruyorum sana: Bunca şeye değdi mi? Tek istediği yalnızlık mıydı gerçekten? Yoksa
kendini
bilerek bu sona sürükleyip, güvende olduğunu düşündüğü o karanlık köşeye mi çekildi? Kim
bilir...
Belki de tüm bu olanlardan kendini sorumlu tutuyor. Defalarca hatalarını dile getirdi, yanlışlarını
kabul etti ama hiçbir zaman açıkça bir özür dilemedi. Sanki tüm bunlardan bir gurur duyuyor gibiydi.
Hatalarıyla yaşamayı seçti; onları inkâr etmektense, bir tür ödül gibi taşımayı...
Peki şimdi ne yapacağız? Onu yargılayıp “Ettiğini buldu işte!” deyip geçecek miyiz? Yoksa içinde bir
yerlerde, onun da acınmayı hak eden biri olduğunu kabul mü edeceğiz? Bilmiyorum... Ama
bana
sorarsan, o çoktan farkındalığını yitirmiş halde bu döngüyü yaşamaya devam ediyor. Hâlâ aynı
kıyafetleri giyip her gün dışarı çıkıyor. İnsanları süzüyor, davranışlarını inceliyor, içinden bir
şeyler